Dr. Muhammet Veysel Zortul

Acı Şeker

Dr. Muhammet Veysel Zortul

Arabadan inip toza çamura aldırmadan yol kenarındaki kaldırıma oturdum. Ne kadar da değişmişti her şey. Bir zamanlar bisikletlerimizle özgürce dolaştığımız o alabildiğine sakin yol, burası mıydı sahi? Ev ev dolaşan bohçacılar, güneşten yüzleri kavrulan şekerciler ve yine yamalı topla futbol oynayan çocuklar neredeydi şimdi? Geçmişten geriye hiçbir şey kalmamış derken gözüm birkaç adım ötedeki kavak ağacına ilişti. Caddeye bakan evlerle yolu ayıran köhne duvarın içinden filizlenen kavak ağacı, olduğu gibi duruyordu. Ağacın daha da büyümüş olan köküne ve neredeyse yolu kaplayan dallarına bakarken elimde olmadan yıllar öncesine gittim.

Yakın arkadaştık Uğurla hem de çok yakın. Sadece okula değil medreseye de birlikte giderdik. Tabi adı Kur'an kursuydu ama büyüklerimiz medrese diyorlardı. Yediğimiz onca dayağa ve dahi atıldığımız falakaya rağmen medreseyi terk etmeyen birkaç öğrenciden biriydik. Bu büyük sabrımızın neticesi iyi de Kur'an okurduk. Okurduk dediysem, kast ettiğim şey Arapçasıydı yoksa özünden de mesajından da alabildiğine uzaktık. Bir de o günler gençtik ve aklımız bir karış havadaydı. Yanlış bilmiyorsam o günlerin en gözde dizisiydi 'Kara Şimşek' ve biz de bisikletlerimize bu adı takmıştık. Fırsatını bulduk mu atlardık kara şimşeklerimize ve düşerdik şehrimin uçsuz bucaksız yollarına.

Aslında Uğurla fıtratlarımız hiç uyuşmazdı. Mesela onun ağzı çok bozuktu; bense şartlar ne olursa olsun asla ve kat'a ağzımı bozmazdım. O zengin bir ailenin çocuğu olduğundan gelecek kaygısı taşımazken ben öğretmen olmak isterdim hep.  O her gördüğü kıza laf atarken ben değil laf atmak göz göze gelmekten bile içtinap ederdim. Buna rağmen niye onunla çok iyi arkadaştık hala bilemiyorum. Belki de farklılıklar bir mıknatıs misali bizi birbirimize çekiyordu.

Galiba bir Ramazan Bayramıydı. Önce Uğur bize gelerek bir miktar oturmuş ve sonra bisikletlerimize binerek yola revan olmuştuk. Planımız gereği, göreve yeni başlamış iki kafadar devriye gibi bütün bir şehri baştan sona dolaşacak ve yorulunca da Uğurlara yemeğe gidecektik. Yolculuğumuz başlamıştı lakin huylu huyundan vazgeçer miydi hiç? Uğur yolda gördüğü emsali kızlara laf atıyor, yaptığım ikazları duymuyordu bile. Medrese hocam gibi uzun süre 'La Havle' çektikten sonra sinirlerimin tepeme çıktığı bir anda sert bir frenle bisikletimi durdurdum. Bu hareketime bir anlam verememiş olacak ki garip garip yüzüme baktı. Gayet açık bir ifade ile bunu bir daha yapmamasını bir dost olarak rica ettim. Aslında çok aksi bir tabiata sahipti ve muhtemelen bunu kabul etmeyecekti. Ama ilginç bir şekilde ricamı itirazsız kabul etti. Sadece bir şartı vardı; Eğer ben de tek bir defaya mahsus olmak üzere bir kıza laf atarsam o da bu huyunu terk edecekti. Tabi ki teklifini reddettim ve yeniden yola koyulduk.

Artık hem yorgun düşüp hem de acıkınca kara şimşeklerimizin dümenini ağır ağır Uğurların mahallesine doğru kırmaya başladık. Yakın arkadaş olmamıza rağmen ilk kez evlerine misafir olacaktım. Bu arada yol boyunca hep Uğurun teklifini düşünüp durmuştum. Acaba ben de bir kıza laf atsam ve böylece o da bu huyundan vazgeçse hoş olmaz mıydı? Eğer böyle yaparsam onu bu kötü huyundan kurtarmış olacaktım ama bir kez bile bir kıza laf atmayan ben, bunu nasıl yapacaktım? Fakat Uğur, kardeş kadar sevdiğim bir arkadaşımdı. Madem öyleydi o halde arkadaşım için yapmalıydım bunu. Gerçi içimden bir ses: 'Sakın Uğur'a uyma!' deyip beni ikaz etse de kararımı vermiştim çoktan.

Bisikletlerimizle şu anda bulunduğum caddeye gelmiştik ki duvarın içinden filizlenen kavak ağacı dikkatimi çekmiş ve frene basarak yavaşlamıştım. Tam o esnada ağacın yanından geçen bir kız görüp Uğurdan kaptığım birkaç şeyi hızlıca söylemiş ancak kızla göz göze gelince utanmış ve başımı öne eğerek hemen uzaklaşmıştım. Öyle utanmıştım ki değil kıza Uğur'a bile bakamamıştım. İçimdeki ses: 'Sana Uğur'a uyma demedim mi?' dese de artık çok geçti. O arada Uğur bir şeyler söylüyordu ama onu duymuyordum bile. Aslında bir şeyler duyuyordum ama bu, tüm ruhumu kaplayan koca bir utançtan başka bir şey değildi. Derken içimdeki ses yine başlamıştı ve kim bilir ne zaman sükût edecekti: 'Ah! Kuruyası kavak ağacı! Keşke hiç karşılaşmasaydık seninle! Ya da bisikletim devrilseydi nedensiz; tıpkı köklerin gibi yerin dibine girseydim hatta. Of!.. Bugün hiç olmadığım kadar hadsizim ve de fazlayım yer üstünde…'

İçimdeki ses konuşadursun yol kenarındaki bir bakkala uğrayıp bayram harçlıklarımızla iki çeşit meyve suyu almış ve sonra Uğurların evine geçmiştik. Evleri gerçekten çok güzeldi ve ben ilk defa bir zengin evine misafir olmuştum. Salondaki mobilyalar, duvardaki tablolar hatta kristal avizeler daha önce hiç şahit olmadığım cinstendi. Ben hayran hayran etrafı incelerken kapı yavaşça gıcırdadı ve aşağı yukarı benim yaşlarımda bir kız, elinde gösterişli bir şeker tabağı olduğu halde içeri girdi. Usulca şeker tabağına uzanıyordum ki göz göze geldik. Sert bir ses tonu ile 'Hoş geldiniz! Ben Uğur'un kız kardeşi Buse.' Deyince yutkunmaya çalıştım ancak başaramadım. Belki de insan boğazının düğümlerden oluştuğunu ilk kez o gün fark ettim. Tabakta bulunan çeşit çeşit şekerlerden birini alırken biliyordum ki bu hayatımın en acı bayram şekeriydi ve hangisini seçersem seçeyim tadı aynı olacaktı…

Yazarın Diğer Yazıları