Dr. Mine Kılavuz Ongün

Altın Bilezik

Dr. Mine Kılavuz Ongün

Bir sabah yine kendini gözleri tavanda, şıkır şıkır seslenen yağmur damlacıklarını dinlerken buldu.  Az sonra pencereye yöneldi. Sadece yağmurun sesi değildi ona seslenen. Vapur düdüğü, araba kornası, tramvay çanı… Şehir büyük bir uğultuya bürünmüştü… Yıllar önce geldiği bu koca şehir kuş seslerini biraz esirgemiş olsa da, sunduklarıyla güzel göründü gözüne.

Akşam çıkacağı yolculuktan önce, yağan yağmur onu gideceği yere, ama yıllar öncesine alıp götürmüştü bile:

"Bereket yağıyor" derdi annesi.  Bir kere bile yağmur yağarken akan dam, odanın her yerinde dolaştırdığı leğenler ve yaptığı temizlikten şikâyet etmemişti.  Yattığı yerden izlemeye alıştığı damlalar usul usul aşağıya inerken çıkan ritmik seslerin ninnisine de alışıktı. Babası her yıl evlerinin damını onarır, yağmura kara hazırlık yapardı.

O zamanlar lisedeydi Nazlı. Üniversite sınavına girecekti.

Babası "kızım, şehir dışında okutamam seni. Buradan bir bölüm yaz"  diyordu Oysa Hâkim olmak istiyordu ne çare ki,  şehirlerinde Hukuk Fakültesi yoktu.

Doğuştan engelli olan kardeşine baktı. O hep gülümseyen yüzüne. Belki de bunların farkında olmadan yaşamakta olan kardeşi mutluydu. Kendisi annesi ile babasının geç sahip oldukları ilk çocuklarıydı. Babası kızını kucağına almak için adaklar vaat etmiş, her yıl bir kurban sözü vermişti. Sonra ne olduysa olmuş, işleri aksamaya, küçük dükkânda işler iyi gitmemeye başlamıştı. Son birkaç yıldır kurbanını kesemiyor, Kızından sonra sahip olduğu oğullarının engelli olmasını da, işlerinin ters gitmesini de buna bağlıyordu. Yaradan bana mesaj yolluyor diye düşünüyordu. Bunca yıl hep ondan bir şeyler istedim. O da verdi. Şimdi o benden istiyor olabilir mi? Artık nefsini susturmalı, talepkar değil, itaatkâr olmalıydı. Dükkânı nasıl olsa iyi çalışmıyordu, dükkâna gelip gidenlerle göz göze gelmek onu günaha da sokuyordu. Bundan sonra bu işleri bırakıp enerjisini Allah korkusu yaymaya adamalıydı. Yoksa başına gelecek felaketleri önleyemezdi. Evin en arka ve loş odasına inzivaya çekildi.  Dünyanın bütün hırs ve keyfinden uzaklaşmak istiyordu. Kızı ve eşine de kesin talimatlarını verdi. Nazlı bu yıl liseyi bitirdikten sonra okumaya devam etmeyecek, giyimine kuşamına dikkat edecek, okul haricinde dışarıya çıkmayacaktı. Nazlı yaşadığı düş kırıklıklarının sebebini kendince bir şeylere bağlayan ve çıkış yolunu bu şekilde bulmuş olan babasını anlamaya çalışsa da, kafasında hiçbir yere oturtamıyordu bu durumu. Onun hayalilerinde okumak vardı. Hâkim olacaktı. Peki ya kazanırsa nasıl gidecekti?  Babasını ikna etse bile kiraya verdikleri dükkânın parasıyla zar zor geçimlerini sağlarken, bunu nasıl yapabilirlerdi ki?

Babası evden çıktığı nadir zamanlarda, şeyhinin tarikatına gidiyor, bazen de tarikattakilerle evdeki odasında buluşuyorlardı. Gün geçtikçe baba kız arasında oluşan uçurum büyümeye başladı. Ne zaman iki çift laf edecek olsalar, "Herkes bu düzene karşı varlığının son damlasına kadar savaşmalı, gevşek ahlakı bırakmalı, dünyanın başına gelenler hep bu gevşek ahlaklılar yüzünden olmuyor mu?" söylemlerine başlar, içinde yanan ateşi söndürmek isterdi sanki.

Üniversite sınavı yaklaşıyor, Nazlı azimle çalışıyordu.  Başarmak zorundaydı. Bu baskıyı ömür boyu ensesinde hmek istemiyordu. Bir yol bulacaktı. Annesi kızının isteğini ve kararlılığını bilen tek can yoldaşıydı. Sessiz sedasız çare arıyorken bir yandan da kızını yüreklendirmeye çalışırdı

Sınav sonuçları açıklandığı gün evde hem coşku, hem hüzün havası birlikte esti. Hukuk Fakültesini kazandığını öğrenen babası zaten beklenen tepkiyi vermişti. Nazlı içinse yolun bu kısmından dönmek, büyük hata olurdu. Günler sonra annesi ile hazırladıkları valiz ilk umut ışığı idi. Annesi elinde özenle sarıp sarmaladığı kutuyu ona verirken bu umut ışığının ilk mumunu yakmıştı:  "Bu bileziği yıllardır saklarım dar günler için. Çok dar günümüz oldu olmasına da hepsi atlatılacak cinstendi. Bu seferki başka. Al bu bileziği, bu da geçen gün aradığım teyzekızımın adresi. O sana yardımcı olacak. Ben yol iz bilmem.  Otobüse atla git, babanı da düşünme. Okulunu okumaya bak sen. " Bir üzüntü kavradı yüreğini. Annesinin bu sözlerinde, uktelerle yaşanmış bir hayat, çare arayışı, çırpınış, yürek, evet en çok da yürek vardı. Bu yürekli kadını mahcup etmemeye söz verdi. Biliyordu ki, annesinin jesti onun hayatını değiştirecek formüldü. Aklını fikrini ve enerjisini en üst düzeyde kullanacak, şansını değerlendirecekti.  Dünyayla ve kendileriyle bir ilgisi olmayan babasının haberi olmadan evden çıkması zor olmadı. Otobüse binip yolculuğu tamamlarken, bundan sonra ne yapacağını düşünerek ve sonra her adımda da bir sonrayı düşünerek yılları geçirdi. Aldığı burs, kaldığı yurt, çalıştığı geçici işler, biraz da teyzekızının desteği. Ama olayı başlatan annesinin altın bileziği. O zor günler için sakladığı, şimdi kendisinin koluna gerçek bir altın bilezik olan mesleği için bir başlangıçtı.

Biliyordu ki,  milyonluk şehirlerde de yaşasa insanoğlunun yalnızlıkla dolu bir yaşantısı vardı. Herkes kendi seçimleri ile yuvarlanıp gidiyordu. Tıpkı kendisi gibi. Vaktiyle  küçük şehrinde yaşadıkları da, babasının seçimleri de, annesinin  kaderine  razı  sinmiş hali  de artık  onu kızdırmıyordu.  

Gitme zamanıydı. Kapısını çalsın diye bekleyen annesinin karşısına geçecek, elindeki küçük kutuyu uzatarak "Sayende okuyup altın bileziğimi koluma taktım.  Bu kutunun içindeki de en çok sana yakışacak" diyecekti…

Otobüse binerken annesinin "olsun kızım, bereket yağıyor" lafı kulaklarındayken, paçalarına sıçrayan sulardan şikâyet etmiyor. Otobüs yağmurla yarışırcasına yol alıyor, yollar uzadıkça uzuyordu…

Yazarın Diğer Yazıları