Dr. Mine Kılavuz Ongün

Boş mu dolu mu?

Dr. Mine Kılavuz Ongün

Son günlerde yaşanan doğal felaketler, bazı tedbirler almamızı hatırlattı bize.  Önce deprem çantaları hazırlandı, hasarlı binalardan uzak durmalar haliyle ilk alınan tedbirler arasındaydı.  Bu akut safha atlatıldıktan sonra neler olacağını geçmişte yaşanan depremlere bakarak tahmin etmek zor değil… Buyurun… Benden hikâyesi:

Saat 11 oluyordu "Daha erken evden çıkmadan önce yemeği bile yetiştiririm" diye düşündü. Mutfağa giderek akşam yemeğini hazırlamaya başladı. Aspiratörü çalıştırdı. Baş dönmesi atakları sanki tekrar etmişti sendeledi. Yer ayaklarının altından kayar gibiydi. Aspiratör de fazla mı gürültü yapıyordu ne? Gürültü   değil, gümbürtüydü  daha çok…Hayır bu kayma baş dönmesi değil, bu gürültü…Depremdi bu..Duvarlar üzerine geliyor,yıkılacak neredeyse..Pencerelere koştu,dışarıya baktı,bir toz bulutu..Böyle bir sarsıntıyı daha önce hiç yaşamamıştı. Öylece bekledi. Engel olamadığı bir çarpıntı, kalbi yerinden çıkacak sanki. Bina öldürmese kalpten gidecekti. İşte sarsıntı durdu. Hemen sokağa fırladı. Kendisi gibi olayın şokunu yaşayan site sakinleri de dışarıda. Büyük bir deprem yaşanmıştı.  Binalara bakınca derin çatlakları görebiliyorlardı. Yıkım yoktu ancak zaman ilerledikçe şehrin diğer taraflarından yıkım ve ölüm haberleri teker teker gelmeye başladı.  Haftalarca geçici yerlerde yaşamlarını idame ettirdiler. Site terk edilmiş, sessiz ve korkunç bir viraneyi andırıyor. Girmek cesaret ister. Acil ihtiyaçları için bile gittiklerinde, evlerine girmeleri ile çıkmaları bir oluyor. Buraya kadar olay çok sıcak. Deprem anında yaşananlar, sonrası... Yapılması gereken neyse o yapılmalı, şansa bırakmak olmaz düşüncesi hakimdi.

Zaman ilerlemiş, şehir genelinde incelemeler yapılmaya başlanmış,  yıkılacak veya güçlendirilecek binalar tespit edilmişti.  İlk incelemede siteye yıkım kararı çıkarıldı. Site sakinleri yıkımdan sonra, yasal düzeleme ve kredi imkânları ile yeni çözümler arayacaklardı. Toplandılar, durum değerlendirmesi yapıldı, çözüm yolları incelendi. Boşta dolmayan, doluda taşan cinstendi birçoğu.  Neyse, "kabul edenler, etmeyenler… Kabul edilmiştir."   İlk gün sorulsa bir daha bu binalara girmeye cesaret edemezken, çoğunluğun verdiği karar: Yıkım kararına itiraz.  Ceplerimizi yakacak, bunca uğraş sonucu sahip olduğumuz evleri kaybetmekse büyük macera. En güzelinden bir güçlendirme, dış boya tamir… Eskisinden bile güzel olur. 

Sıkça yaptığımız gibi, nitelik yine arka plana atıldı. Şekil ön plana çıktı. İçini doldurmadan şekle, sayıya önem verdiğimiz diğer işler gibi oldu…

Buyurun bir hikâye daha:

Geçmişte bir gün, ortaokul öğrencisi olan oğluma Türkçe ödevi verildi.  Bir kitap okunup özeti en az 4 sayfa olacak şekilde yazılacak. Kitap okundu, özeti yazıldı. O da ne, üç sayfadan bir satır fazla değil.    Herkesin el yazısı, harflerinin büyüklüğü, kitabın uzunluğu farklı.  Dört olmaz da, iki olur, beş olur.  Bunun önemli olmadığını,  içerik güzel ve yeterliyse, amacına da ulaşmışsa, endişelenmemesi gerektiğini söylesek de kaygısını yenemedik. Ancak,  bu kaygının yersiz olduğunu anlamalıydı. Bir sayfa daha ekleyebileceğimi söyledim.  Nasıl olsa kırık notu göze almıştık. Bari yalana değil, küçük bir teste ve derse başvuralım dedik.  Aldım kalemi elime, dördüncü sayfayı ekledim. Yazdıklarım kitap özetinin devamı veya eki değildi. Öğrencim bu ödevi yazarken ve üç sayfanın endişesini yaşarken velisi olarak gözlemlediklerim, kitabı aslında hakkını vererek okuduğu halde, sayfa sayısı uygulamasının çalışma tarzını nasıl etkilediği, ödevle ilgili fikrim ve temennilerimdi. Altına görüşmek istenirse telefon numaramı ekledim. Ödev gitti ve tam not aldı, ancak ben aranmadım. Son sayfada yazdıklarımın akıbetini halen merak ederim. Tek görünen: Ödev dört sayfa olarak yapıldı, tam not alındı, dosyasına kondu. Herşey yolunda (!)

Not bir tarafa, ben amacıma ulaşmış, niceliğin değil, niteliğin önem taşıdığı vurgusunu oğluma geçirebilmiştim.

Hayatı şekillere ve sayılara boğduk. Binaları şekil ve sayıdan ibaret bildik, oysa sağlamlık olmalıydı önceliğimiz.   Araçlarımızda dış görünüşü lastiğinden,  zincirinden, güvenliğinden daha ön plana çıkardık. Eğitimi çözülen test sayılarıyla sınırladık ve değerlendirdik.  Duaları sayılara mahkûm ettik. Ölünün yedisi, onbeşi, kırkı, ellisini yaptığımız gibi. Buna benzer pek çok şey gibi. Standartları sağlamak uğruna yaptığımız göstermelik tüm diğer işler gibi. Yani laf olsun diye yaptığımız her şey gibi. Birçok şeyin içini böylece boşalttık. Bu düşünce yapısı,  yazık ki karakterlerin içini de boşalttı.

Oysa en büyük ve en gereksiz zaman kaybıydı laf olsun diye yapılan işler… Oysa sayıların, miktarın sunduğu niceliğin cazibesinden sıyrılıp, niteliğe yönelip içini doldurmak yeterliydi.  Şekli değil, fonksiyonel olması ve niteliği, sayısı değil içeriğin dolu olmasıydı değerli olan.

Yazarın Diğer Yazıları