Dr. Mine Kılavuz Ongün

Kısa Hikâyeler: Çeyiz

Dr. Mine Kılavuz Ongün

Direksiyon başındaki bir şarkı tutturmuş, sözüm ona arabadakilerin tedirginliklerine çare olacaktı. Arkada oturanlar camdan bakmayı değil, konuşmayı tercih etmişler, yolun bozukluğunu, arabanın sağa sola yalpalamasından anlıyorlardı. Yol da uzadıkça uzamış, bir türlü bitmemişti. Arabadakilerden biri, bu endişenin sebebini anlamış, safiyane tavırları ve kalınca simsiyah kaşlarının altında bir oya gibi örülmüş gözleriyle onlara bakarak:

-Az kaldı Hemşire Abla, meraklanmayın. Bu mevsimde yollar hep böyle bozuk olur. Çok yağış oldu ya, daha çok bozuldu. Sen bir görseydin kışın buz tuttu da, köyden şehre gelemez oldu köylü. Anama hep söyledim hiç olmazsa kışın teyzemin yanında şehirde kalalım, hastalık var sağlık var. Dinlemedi. Bir şey olmaz derdi. Şimdiye kadar şehir de mi yaşadık?  Ah ah anam bir iyileşsin size mantı açar en güzelinden, Kayseri Mantısı. Bir iyileşsin…

Ayşe güzel bir kızdı. Ancak yüzündeki endişe,  hastaneye geldiği günkü gibi duruyordu. Tek fark vardı, o günden daha umutluydu. Annesi iyileşecekti belki. Hem ameliyattan sonra o şiddetli karın ağrıları kalmamış, rahatlamıştı. Dile kolay portakal büyüklüğünde kitle, kim bilir ne ızdırap veriyordu. Doktorlar kitleyi almışlardı almasına da, ya ilaç tedavisi? Köye dönemezlerdi. Hastanede yatması lazımmış. Hem de şehirdeki büyük hastanede. Araştırma mı neymiş adı? Oradan doktorlar yetişiyormuş, Büyük hastalıklar tedavi ediliyormuş. Anası da orada tedavi olmalıymış. Ameliyattan sonrası onların işiymiş. Ama nasıl olacaktı? Elde avuçta bir şey kalmamış,  eşe dosta borçlanmışlardı.

İki gün önce böyle kara kara düşünürken, pansuman yapan hemşire ablaya gizliden dert yanmıştı. Ne zamandır aklına gelen bir çare vardı da, kendisi bile kabul etmek istemiyordu. Olacak şey miydi, o özene bezene dokudukları güzelim halıları satmak hiç olur muydu? Yok, yok, başka çare yoktu. Satacaktı elbet.

-Hemşire Abla, halis el dokuma Bünyan Halıları var bizde. Kendimiz dokuduk. Bir soruver arkadaşlarından almak isteyen olursa satıyorum, deyivermişti. Ne yapsın da, annesi yaşasın da. Yine dokurlardı.

Halis Bünyan Halısı. Kayseri'nin değerlisi. Hem de el dokuma, Saf yün. Bir elden çıkmış. Kök boyalarla yapılmış, boyaları da kendi kaynatmışlardı. Kim almak istemezdi ki?

İstemeye istemeye sunduğu teklif hemen karşılık bulmuştu. El dokuma halı bu, kaçırılmazdı. Birkaç halı meraklısından oluşan bu ekip, o arabada Ayşe'nin köyüne, halılara bakmaya gidiyorlardı.

Köye geldiklerinde Ayşe ne zamandır ayrı kaldığı evine varmanın sevinciyle seslendi:

-Düz git abla düz. Hah işte şuradan sağa dön geldik, dur şimdi.

Kocaman bir çayırlık. Ortada tek bir ağaç var. Çayırlığın bitiminde geniş avlulu kerpiç bir ev. Köyden yükselen tandır kokusu ile ona eşlik eden sakinliği hissederek, avludan geçip evin kapısına yöneliyorlar. Kapıyı açtıklarında gördükleri manzaradan, günler önce evden aceleyle çıkıldığı anlaşılıyor. Daracık ve kuytu bir oda. Tahtadan yapılmış bir masa, birkaç sandalye ve bir yatak. Annesinin hasta yatağı bu. Hemen yanında kapısı olmayan küçük koridor ile mutfağa geçiliyor. Mutfağın karşısındaki evin diğer ve sonuncu odasına gelen Ayşe, belli ki gözleri ıslanmış, sesleniyor:

-Hele buyurun halılarım bu odada.

İçeri girdiklerinde, bir yüklük ve üst üste dizili yatakların bitiminde 3 tane halı duruyor. Tek tek indirip seriyor Ayşe. Halıların renkleri, desenleri ve canlılıklarını hayranlıkla izleyen doktor soruyor:

-Bunların hepsini sen mi dokudun Ayşe?

- Aha şunu anam dokudu, ben de şu ikisini. Hepsini bana çeyiz verecekti. Bizim buralarda kıza çeyiz verilir bunlar. Adına da "Kalın" denir. Bu halılar, kızın yanında kalan, kalıcı olan eşyasıdır. Bak şunun köşesine ismimin baş harfini işlemiş. Ama işte neye niyet, kime kısmet… Bilir miydi hasta olacağını? Bu benim ilk dokumam olan, küçük seccade. Anam bana bununla öğretti dokumayı. Biraz acemi işi.  Namazını hep bunda kılar. Bu desenin adı üzümlü, aha bu da ince çiçek… İşte kirpikli en sevdiğim. Dokurken neredeyse aşağıdaki motifler yukarıda yeni dokuduklarımı çekemez, bana sitemli sitemli bakarlardı. Üzülmeyin derdim, siz olmasaydınız onları dokuyamazdım. Siz temelsiniz. Hepsi yaramaz çocuk gibidirler. Renkleri uyumsuz olunca anlaşamaz, kendilerini güzel göstermezler. Bir sırayı yanlış yap, hemen kargaşa çıkarır, halıyı yerin dibine sokarlar. Biliyor musunuz, onların boyalarını bile kendimiz köklerden kaynattık. Şimdi çok zor geliyor satmak. Anam bir bilse sattırmaz çeyizliklerimi. Kaç defa dokurken bir yandan onlarla konuşmalarımı yakaladı. Yok, yok, ölmeyi kabul eder de sattırmaz onları. Zaten gelirken o büyük hastaneye hocalarla görüşmeye gidiyorum dedim de çıktım. Ben de çok üzülüyorum ama neylersin, başka çare yok.

Ayşe bunları söylerken biliyordu ki, elleriyle attığı ilmekler, renk renk desen desen işlediği, dokurken hasbıhal ettiği motifler, yitik sevdalarının arasına karışacaktı. Kurduğu hayalleri, sırları, ufak tefek sevinçleri, hüzünleri de onlarla birlikte uzaklara gidecekti.

-Hepsi çok güzel olmuş. Ama üzülme Ayşe, dokumayı bildikten sonra yine yaparsın, daha güzelini yaparsın, diyor doktor, halının köşesinde desenlerin aralarına ustalıkla işlenmiş  "A" harfine göz atarken.

Yazarın Diğer Yazıları