Dr. Mine Kılavuz Ongün

Ortak dilimiz barıştı

Dr. Mine Kılavuz Ongün

Televizyonun sesi arka odalardan duyulacak kadar açıktı. Bir tatil günü biraz daha sessiz geçirilebilir düşüncesiyle,  televizyonu kapatmak için geliyorum. Ekrana bakınca gürültünün sebebi anlaşılıyor. Hani şu kazananı hiç olmayan savaşlar. Belgeselde bu savaşların en kanlılarından olan, 2.Dünya Savaşı anlatılıyor. Ekran bile siyah beyaz, sahneler iç karartıcı… Vahşet, şiddet, gürültü. Sadece bu mu?   Savaşın bilançosu korkunç: Ölen 65 milyon insan, sayısız şehrin yerle bir oluşu, yaralılar, hastalıklar, sefalet… Aklımdan büyük şairin o güzel dizelerinden birkaçı geçiyor:

"…..Koşuyor altı yaşında bir oğlan,

Uçurtması geçiyor ağaçlardan,

Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.

Çocuklara kıymayın efendiler.

Bulutlar adam öldürmesin…"

Derken bu şiiri duymuş gibi, atılan bombalardan bahsediyor. Bense zihnimde canlanan anı ile geçmişe gidiyorum:

80'li yıllar. Birçoğu bahçeli tek katlı evleri, evlerin önünden geçen bizim ark dediğimiz sulama kanalı, toprak yolu ve sıcak komşuluk ilişkileri ile mahallemiz, Tepebaşı'ndayız.

O gün yine herkes erkenden günlük işlerine koyulurlarken, çocuklar ve gençler, yaz tatilinin rehavetiyle güne geç başlamışlardı. Fakat bu saatlerde normalde olmayan bir telaş vardı dışarıda. Ağabeyim arkadaşları, heyecan içinde onu çağırmaya geldiklerinde, kapı önündeki konuşmalarından bu heyecanın sebebi anlaşılıyordu:

- Çabuk ol oğlum, turist gider şimdi.

- Sanki hiç turist görmediniz. Yatıya gelmedi ya. Gidecek tabi

- Oğlum turist Alman. Senin yabancı dilin Almancaydı. Biraz konuşursun haydi.

O yıllarda şehrimize turistlerin gelmesi çok olağan ve sıradan bir şeydi. Çarşıda pazarda, sahilde sıkça görmeye alışıktık da, mahalledeki çocukların bu heyecanı nedendi?   Ben de merak edip peşlerine takılıyorum.

Şinasi Bakkal'a geldiğimizde dükkânın önünde oturan turistin etrafını bizden önce başka çocuklar sarmış bile. Birbirleriyle itişip kakıştıkları için kendini bakkal dükkânının önünden geçen arkta bulanlar sırılsıklam.

Ağabeyim lisede okuyor ve okulda öğrendiği çat pat Almancası ile turistle anlaşmaya çalışıyor. İsminin Conrad Streideither olduğunu öğrendiğimiz turist, arada bir bildiği Türkçe kelimelerle tıkandığımız yerde, iletişimi devam ettiriyor. Oldukça sıcak ve candan tavırları var. Etrafındaki çocukların her biriyle ilgilenmeye çalışıyor. Bir ara oradaki bütün çocuklara çikolata alıyor. Seviniyoruz. Cep harçlıklarımız kısıtlı, çok makbule geçiyor. Ayrılmak istemiyoruz oradan. Konuştukça konuşuyoruz. Biraz o,biraz ağabeyim, biraz da işaretlerle epey anlaşıyoruz. Sürekli boynunda taşıdığı bir fotoğraf makinesi var. Birlikte fotoğraf çektiriyoruz.

Bir kolu yok. Sormadan, kendisi anlatıyor kolunu işaret ederek: " Savaş" diyor,"Çok kötü bir şey. Benim kolumu aldı, başka insanların canını, malını. Dünyaya en çok barış lazım."

Conrad bir dünya insanı.2.Dünya Savaşı'nda Almanya'nın Köln şehrindeki bombardıman sonrasında, ailesiyle beraber enkaz altında kalarak kolunu kaybetmiş. Annesi ve kardeşi ölmüş. Babası ile beraber hayat mücadelesi vermişler. Almanya'nın savaştan sonra sıkıntılar yaşadığını ve kendisinin de zor bir süreçten geçtiğini anlatıyor. Cebinden bir fotoğraf çıkarıp bize gösteriyor. Bir arkadaşı ile çekilmiş bu fotoğraftaki kişiyi işaret ederek, onun Türk, adının da Halis olduğunu söylüyor. Yaptığı işaret ve vücut dilinden Halis'le çok iyi dost oldukları anlaşılıyor.1970'lerde Almanya'ya işçi olarak gelen bu Türk arkadaşı, ülkesini birçok kez anlatmış Conrad'a. İnsanlarının sıcaklığını, hoşgörüsünü, yemeklerini. Ne yazık ki Türk arkadaşı bir kazada hayatını kaybetmiş. Conrad da çıktığı dünya turunda listesine Türkiye'yi de katmış. Böyle böyle kendini Van 'da buluvermiş. Belli ki çocukları seviyor ve anlaşıyor. Savaşın yaralarını silinmemek üzere vücudunda ve zihninde taşırken, çocukların temiz ve sevecen hallerinin ona iyi geldiği her halinden belli. Dilimizi bilmeyen, dilini bilmediğimiz biriyle daha önce bu kadar güzel sohbet edip anlaşabilmek, bizi de şaşırtıyor, mutlu da oluyoruz.

Hızla geçen zamanın ve yemek saatinin geldiğinin farkına vardığımızda, bu güzel sohbeti oracıkta noktalayıp gitmek istemedik. Ağabeyim yemek için eve davet ettiğinde Conrad, fazla tereddüt etmeden kabul etti.

Eve geldik. Conrad evdekilerin de ilgi odağı olmuştu. Kendisi sıcakkanlı bir insan olduğu için anlaşmakta sıkıntı yaşamıyor diğer insanlarla. Sıkça barışın, insanlığın önemini vurguluyor. Savaşın derin izlerinden nasibini almış biri olarak, insanlığın en çok barışa ihtiyacı olduğunu çok iyi bilenlerden birisi o.

Yemek ve çay sonrasında uğurlama vakti geliyor. Telefon ve adresler alınıyor. Mutlu ve memnun bir şekilde yolcu ediyoruz.

Ülkesine ne zaman döndü, bilmiyorduk. Aradan birkaç ay geçmişti ki, postacının getirdiği o zarf, bizi tekrar heyecanlandırmıştı.  Üzerindeki adresten, yurt dışından geldiği belli olan zarfı açtığımızda, Conrad'ın gülen ve dost yüzü ile tekrar karşılaştık. İşte hep birlikte çektirdiğimiz fotoğraflar. Fotoğrafın arkasında, beni çok etkileyen bir cümle vardı:

"UNSERE GEMAİNSAME SPRACHE WAR FRIEDEN": ORTAK DİLİMİZ BARIŞTI.

Yazarın Diğer Yazıları