Dr. Mine Kılavuz Ongün

Kısa Hikâyeler 1: Kareli Pantolon

Dr. Mine Kılavuz Ongün

Gün doğarken uykuya doyarak uyandığı nadir sabahlardan birinde, çocukluğundan bir sabah merhaba dedi ona: Zihnini meşgul eden en yoğun düşüncenin oyun olduğu yaşlardaydı. O gün de mutlu uyanmıştı. Mutfaktan gelen sesler, sabahın en güzel bölümünün habercisiydi:  Annesinin sofraya bir tabak daha koyuşu, semaverin cızırtısı, karıştırılan çaylar, bir kâseye çarpan tahıl gevrekleri, gürültüyle dökülen süt, okunduğunu belli eden gazete sesleri… Anlaşılan en geç uyanan kendisiydi çünkü mutfağa gittiğinde herkesi masada ve her zamanki yerlerinde buldu. Babası gazetesinin yanından bakarak:

-Bugün yine çok çabuk giyinmişsin. Yoksa gösteriniz hemen mi başlayacak?

-Bugün gösterimiz yok baba. Öylesine giyindim.

 

  Oysa babası biliyordu yatarken de üzerinde bu kıyafet olduğunu. Günlerdir çıkarmadığı, larcivert kırmızı kareleri olan bir bahçıvan pantolondu bu. Bir süredir mahalledeki çocuklarla, senaryolarını kendilerinin yazdığı küçük oyunlar hazırlıyor ve bunları oynuyorlardı. Küçük kız, üzerinde bahçıvan pantolonu olan, çilli, ailenin küçük afacan çocuğu rolündeydi. Bu pantolonu annesi ve babaannesi almışlardı ona. Çok sevmişti, sadece oyunda değil, sürekli onu giyiyor, üzerinden çıkarmak istemiyordu.

 

Kahvaltıdan sonra bahçe yolunu hızla aşıp kapıyı açtı ve arkadaşlarını çağırmaya gitti, üzerine giyindiği en yakın arkadaşı ile… Ertesi gün, daha ertesi gün, ondan sonraki gün de üzerinden çıkarmadı. Pantolonunu ile yaşamayı seviyordu.

 

Annesi, her gece ona pijamalarını giydirebilmek için binbir dil döker, çoğunlukla da başarısız olurdu. Sabaha kadar kuruyup hazır olsun diye yıkadığı geceler az değildi. Oysa ne güzel elbiseler alınmıştı ona. Küçük kız o kadar inatçıydı ki, bunların hiçbiri ve ailesinin küçük oyunları, vaatleri de etkili olamamıştı. Her gün giydiği kareli pantolonu artık iyice yıpranmış, giyilecek hali kalmamıştı. Kendisi bu durumdan hiç şikâyetçi değildi. İnadında bu kadar ısrarcı olunca annesi ve babaannesi kolları sıvadılar. O gece küçük kız uyurken pantolonu biraz daraltmaya karar verdiler. Biliyorlardı ki pantolonu yok ederlerse asıl fırtına o zaman kopardı.

 

  Sabah kahvaltı sofrasında merakla onu beklerlerken, şaşırmadıkları bir şey oldu. Odasından gelen ağlama sesiyle yanına koştular. Küçük kız içine sığamadığı pantolonu elinde, kaygılı ve sorgulayan gözlerle annesine baktı. Annesi, kızı üzülmesin diye değişik senaryolar yazdı ayaküstü. Artık büyüdüğü için kıyafetlerinin ona küçük gelmesi normaldi. Hani büyümek onun çok istediği bir şeydi? İstediği olmuştu neden bu kadar üzülüyordu ki? Büyütecek bir şey yoktu. Küçük kız ağlamayı kesti, kırık ve zayıflamış sesiyle:

 

-Bugün dışarı çıkmak istemiyorum, dedi.

  Sabahın ilerleyen saatleriydi. Dışarıda bisikletleriyle mahalleli çocukların erken saatlerdeki bahçe sulama birikintilerinden geçerken, tekerleklerin sıçrattığı suyun sesini işitebiliyordu. Başka zaman olsa onlara katılmak için can atardı. Oysa bugün dışarı çıkmak istemedi. Ruhu yaralanmış, kırılmıştı. Hem çıksaydı o gün saklambaçta hemen sobelenir, çizgide taşı sürükleyemez, melikanda sopalarla başı derde girer, uzuneşekleri de aşamazdı. Tatsız ve karamsardı işte.

 

Düşündü. Birdenbire nasıl bu kadar büyüyebilirdi ki? Hem büyümek kötü bir şey olsa gerekti. Demek ki büyüdükçe sevdiği şeylerden birer birer ayrılacaktı. Belki en sevdiği oyunları artık oynayamayacaktı, en sevdiği arkadaşlarından, evinden, o çok sevdiği kahvaltı sofrasından ayrı kalacaktı. Mesela bir sabah kalktığında annesi ve babası artık onunla olmayacaklar mıydı? Arkadaşları, mahallece yapılan piknikler, bahçe sohbetleri, yılbaşı akşamlarının değişmeyen tombala oyunları, kavurma kazanları ocaktayken tanık oldukları büyüklerin sohbetleri, limonlu çaylar eşliğinde semaver başı sohbetleri, Ramazan akşamlarında mahallenin yaşlılarının teravih öncesi ve sonrası koşuşturmaları, merdiven başlarındaki gülüşmeler, bayramlarda kazılan milavlar ve fındık oyunları, Hıdırellez telaşları….

 

Haksız da sayılmazdı. Çünkü yıllar hayatına yeni şeyler katarken, bazılarından da uzaklaştırdı. Öyle ya, hayat dengeler üzerine kurulmuştu, hepsine sahip olmak imkânsızdı. Yaş aldıkça bu endişeleri yüreğinde taşıdı. Zaman zaman huzursuz oldu. Ta ki kontrolün elinde olduğunu anlayacak yaşa ve olgunluğa erişene dek. Zaman ona bir şey daha öğretti; insanı mutlu eden sahip olduğu eşyalar değil, onlara anlam katan yaşanmışlıklarıydı. Tıpkı yıllar sonraki o sabah, giysi dolabını açtığında gözgöze geldikleri pantolon gibi. Yepyeniydi, daha dün alınmış gibi. Bir kez bile giyinmemişti, üzerinde hiçbir yaşanmışlığı taşımıyordu. Ona anlam katan tek şey, sevgili babaannesinin ölümünden bir süre önce hediye etmiş olmasıydı. Tıpkı küçüklüğündeki gibi: Larcivert kırmızı kareleri olan bir bahçıvan pantolon…

Yazarın Diğer Yazıları