Eğitimci Yazar Bahri Yıldızbaş

OLSUN MU?

Eğitimci Yazar Bahri Yıldızbaş

Sosyal medya; sınırsız bilginin ve özetlerinin yüklendiği,  büyük balıklardan kurtulmak ve karnını doyurmak İçin çırpınan küçük balıkların, büyük okyanuslarda aradığı minicik bir kırıntı ile yüz bin kişilik staddaki boş olan tek koltuğa oturmak İçin koşan ve kavga eden milyonların bazen zeka, bazen aptallık savaşıdır.

İsteyen, istediği kadarının sahibidir.

Kitap okuyanlar ile resim okuyanlar aynı yere bakar ve koşarlar. Biri şiir olur, su gibi akar ve huzur bulur. Biri, kendini kaptırarak basitleşir ve hem psikopat, hem de rezil olur.

Ne zaman mı?

Bir halt zannedip ömrümüzü verdiklerimizin, rezilliğine ortak olduğumuzu fark edince…

Ha Ali, ha Veli, ha Recep, ha Ahmet veya Mustafa. Ha Ayşe, Ha Feride, ha Leyla veya Hatice ve Nuri Baba. Babam, anam, dedem, halam, dayım, teyzem ve kardeşim. Ölüp gittiler, bıraktıkları ile. En önemlilerim. Hepimiz göçüp gideceğiz fani dediğimiz buradan.

Sabah bekledim gelmedin,

‘Dereler donmuş’ dedin.

Akşam oldu görünürlerde yoksun,

Bakıyorum bakıyorum bakıyorum.

Bir karartı oluşuyor mehtapta…

Ağlıyorsun, uzun uzun.

‘Söz vermiştim, buzlarım çözüldü.’

‘Sabahlara kadar sendeyim.’ diyorsun.

Söyle onlara, hep birlikte gelsinler.

Biraz oynar, çok güleriz.

Artık önemsemiyorum. Zaten çokta umurumda değildi. Acılarımı yaşamışım zaten, gelirlerse tecrübeliyim anlarım halden. Banane senin çürümüş tek koltuğundaki saçmalıklarından ve bir parça ekmeğim için, okyanustaki kocaman balinanın midesindeki yerimden.

Ağlamanın, doymanın, duymanın, konuşmanın ve yazmanın suç olduğu, tek koltuğu kapmaktan da iĞRENiYORUM artık.

Ağlayamadığımdan, aklım munzurlukları hatırlıyor ve bir gülme geliyor yanıma, alıyorum içime, başlıyorum kahkaha atmaya. Bilal öğretmen gözümün önünde, güvercin taklası oynarken. Bir de, ‘Behri bey, bene kapıya kadar geçir.’ diyene gülerken. Faruk öğretmen geliyor gönlüme. İşitme engelli Faysal’ın işaret diliyle ‘kibarlığını tarifi ile.’ Gözlerim, gönlümü ve hayallerimi alıp götürüyor, boş ver ağlamayı bak ne demişti Faysal, Ahmet öğretmenine. Hem de parmağını işaret ederek, ‘yarım’ içti diye. Tam bu kahkahaların ortasında, bir figan feryat ile ‘manyaktır bu öğretmen, sırayı kafama indirdi’ diye koşarak gelen müfettişin haline ve Refik öğretmenin ‘vıle oğlum, sen beni diğer öğretmenlerle nasıl karıştırırsın’ diyerek; ceza DEĞİL, ödül beklercesine müfettişin peşine düşmesine. Adam, avcıya. Hiç avcıya, av götüren tazı olmamış Kİ. Av olmaktan ve cezadan korksun. Müfettiş, konuşmasını bilecekti.

Seviyorum seni hayat, içimde. Dünümü tebessüm ve özlemlerimle, gülebildiklerimle.

Artık umurumda DEĞİL. Hiç birinize inanmıyor ve kurtarıcı görmüyorum. 55 yıldır, meydanlardaki sahipli kürsülerden ve sizleri dinlemekten, kına geldi sizden. Sadece ağlatan ve sahte gülen olacaksınız, biliyorum da. Bilmeyenler ile anlamayanlara gülüyorum, artık.

Can arkadaşlarımla, ğorğordaki çimlerde güvercin taklası oynarken, ineklerin oklarının  üzerine yüzü koyun düşerken, bir soğuk meşrubatı dört kişinin içtiği sofrayı toplarken, voleybol maçında küt vururken, topun arkadaşının yüzüne çarpması sonucu güzel insan özür dilerken, hakaret işittiği müfettişin başına sırayı indirdikten sonra, okul bahçesine çıkıp, alkışlanmak ve teşekkür belgesi alacağını zanneden, temiz sizleri özledim. Gülmek istiyorum, ağladıktan sonra. Sevmek istiyorum, gülmekten önce yeniden, içten ve tertemiz olsun. Porsiyonları büyük, kocaman olsun. Hepimize, memlekete ve dünyaya yetecek kadar bol olsun. Ha bir de, dürümlerin içinde acılı ezme olsun.

Yazarın Diğer Yazıları