Mehmet Bedri Gültekin

Ayasofya, lanet ve rahmet

Mehmet Bedri Gültekin

Ayasofya konusu gündeme geldiğinden bu yana üç yazı yazdık ve artık yazmama kararındaydık. Ama Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Cuma hutbesinde Mustafa Kemal Atatürk’e yaptığı saldırı görmezden gelinemezdi. Son bir yazı yazmak şart oldu.

Şart oldu çünkü Ali Erbaş Ayasofya’daki Cuma hutbesine, elinde kılıç ile çıktı – bizzat kendi ifadesinden Ayasofya’da Cuma hutbelerinde kılıç ile çıkmanın II. Beyazıd ile birlikte sona erdirildiğini öğreniyoruz – Atatürk’e lanet okudu ve Kadir Mısıroğlu gibi yeminli Cumhuriyet düşmanlarına ise selam yolladı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın özel olarak açılışa davet ettiği emekli matematik öğretmeni İsmail Kandemir ise 1934 tarihli müze kararının altında bulunan Atatürk’ün imzasının sahte olduğunu iddia eden kişi.

Açılış 24 Temmuz’a yani Lozan anlaşmasının imzalandığı güne getirildi ve aynı gün İstanbul’da 350 bin kişinin sosyal mesafe kurallarını hiçe sayarak bir araya gelmelerine ses çıkarılmazken, Ankara'da Anıtkabir’e giriş yasaklandı, Eskişehir, İzmir ve Muğla illerindeki Lozan etkinlikleri Korona gerekçesiyle engellendi.

Açılış sonrası tekbirlerle İstanbul sokaklarında yürüyüşe geçen takkeli cüppeli, şalvarlı kalabalık ise; Ayasofya hamlesi ile birlikte Türkiye’ye verilmek istenen mesajı somut olarak canlandırmış oldu.

Atatürk’le hesaplaşmak

Bütün bunlar neden önemlidir?

Atatürk’e karşı tavır bir turnusol kâğıdı gibidir. Atatürk’e lanet okudunuz mu Milletin ezici çoğunluğunu karşınıza alırsınız. Milleti bölersiniz. İç çatışmaların kapısını aralarsınız.

Atatürk’e tavır aldınız mı emperyalizme karşı tutarlı bir mücadelede yürütemezsiniz.

Lafa gelince hemen herkes ülke ve millet olarak karşı karşıya olduğumuz tehlikelerden bahsediyor. Doğu Akdeniz’de karşı karşıya olduğumuz tehdit, Kafkaslardan Suriye’ye, Libya’ya kadar uzanan cephede emperyalist kuşatmaya karşı verdiğimiz mücadele ve milletçe hep beraber yeniden milli ekonomi politikasına yönelmek;… Bütün bunlar herkesin dilinde.

Bütün bu sorunların altından kalkmak için zorunlu olan milletin birliği ise, Ayasofya politikası, Cumhuriyet Hukuku yerine Osmanlı hukukunu ikame çabaları, Çoklu Baro kanunu vb adımlarla baltalanıyor.

Atatürk’e tavır aldınız mı bilimle de sorununuz var demektir.

Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu gerçek şudur: Ortaçağ kafası ile Türkiye yönetilemez.

Zamanı şaşırmak

Elde kılıç minbere çıkan kişi verdiği mesajın anlamı üzerine düşünmüyor bile. Ortaçağ’da, yani devletler arası ilişkilerde çıplak zorun geçerli olduğu zamanlarda “Kılıç hakkı” diye bir kavram vardı ve o çağın hukuku içinde bir yeri de vardı.

21. yüzyılda “kılıç hakkı”ndan bahsetmek, bahsetmenin de ötesinde devleti temsil etme durumunda olan bir kişinin elde kılıç dünyaya poz vermesi zamanı şaşırmaktır, yüzyıllar öncesinin dünyasında yaşadığını zannetmektir.

Kişisel olarak böyle bir zana kapılmanın, söz konusu şahsın akıl sağlığı haricinde bir zararı olmayabilir ama bir devlet böyle zanlara kapılanların söz sahibi olduğu durumlara düşerse, altından kalkılamayacak bir fatura ile karşılaşmak kaçınılmaz olur.

Atatürk’e saldırı konusuna gelince; AKP, 16 Temmuz 2016 sabahı Ankara’daki Genel Merkez binasına, ön cephesini bütünüyle kaplayan Atatürk posteri asmak ihtiyacı duymuştu.

Çünkü Atatürk, hangi görüşten olursa olsun bütün milletin üzerinde birleştiği ülkenin en büyük değeridir. “En büyük değer” birileri tarafından ona bahşedilmedi. Çöken bir devletin yıkıntıları arasından bütün millete önderlik ederek emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştırdı. Ve belki de ondan daha önemli olarak Ortaçağ’a karşı büyük aydınlanma mücadelesine önderlik ederek Cumhuriyet Devrimi’ni gerçekleştirdi.

Bugün ikide bir Atatürk’e saldırmaktan kendilerini alamayanlar da sahip oldukları herşeyin Atatürk ‘ün önderlik ettiği Devrimin sonuçlarından olduğunu unutuyorlar.

1934 kararını “tarihe ihanet” olarak niteleyenler, 1453 yılındaki “kılıç hakkı”ndan bahsedenlerken, 1918 – 1922 yılları arasındaki emperyalist işgali yok sayıyorlar ve eğer “kılıç hakkı” diye bir şey varsa, artık geçerli olanın Mustafa Kemal’in “kılıcının hakkı” olduğunu unutuyorlar.

Ama onların unutmuş olmaları gerçeği değiştirmiyor. Atatürk’e saldırmaktan kendilerini alamayanlar, altından kalkamayacakları bir işe soyunmuş oluyorlar.

Sonucu belli hesaplaşma

2011 yılında birkaç hafta içinde “Emeviye Camiinde bayram namazı kılacağız” hayalleriyle ABD’nin peşine takılıp yola çıkanlar, bütün yaşananlardan sonra hala Şam ile el sıkışmıyorlarsa bunun birinci nedeni ideolojik “İhvan kardeşliği”, ikincisi bilinçaltlarında var olan bir İslamcı kuşak ile etkinlik alanını genişletme özlemidir.

Aynı durumu Mısır ve Libya’da da yaşıyoruz. Arap dünyasının en büyük ülkesi ile askeri olarak karşı karşıya gelmenin nedeni de İhvan ile olan ideolojik akrabalıktır.

Ayasofya’nın müze statüsünü durup dururken iptal etmenin nedenleri arasında, basit politik çıkarlar uğruna gündemi değiştirmek, dini siyasete alet etmek ve Ortaçağ özlemcilerinin yıllardır dillendirdikleri bir hedefe ulaşmanın verdiği tatmin olsa gerek.

Açılışı, 24 Temmuz’a getirmek ve aynı gün bir yandan 350 bin kişiyi toplayıp öte yandan Lozan için küçük toplulukların bir araya gelmelerini engellemek ve Anıtkabir’i kapatmak ise Atatürk ve Cumhuriyetle hesaplaşma arzusunun dışa vurumundan başka bir şey değildir.

Atatürk’le hesaplaşmak, Milletle hesaplaşmaktır. Sonucu bellidir.

Yazarın Diğer Yazıları