Mavi Şehrin Kalemleri

Mavi Şehrin Kalemleri

ANNE BİLİR MİSİN?

FUAT ARPA

Bilir misin anne!

Sana şiir yazmak çok zor

Şiir olana şiir yazılır mı?

Birkaç mısra belki işte

Öyle savruk, kayıtsız, önemsiz

Ve her akla gelişte

Yenik düşüyor şefkatine şiirim

Ve sana yüreğe sığdıramadığım sevgim…

 

Seni anlatamam…

Yüreğine nasıl tercüman olur dil?

Bak işte her gece rüyalarımda

Saçlarımı okşayan

O masum el

O munis ana dil

Hangi lisandandır?

Anne dediğin

Hangi ırktandır?

Hangi iklimdendir sıcaklığın?

Hangi güneştendir kalbinin ateşi,

Hangi denizden alınmış ellerinin serinliği?

Ey aşkın zarif kelebeği

Vurulan sensin Ortadoğu’da

Sökülen kalbin Afrika’da

Dövülen siyahi, demokrat sokaklarda

Toplu mezarlarda çürümeyen bedenin

Zulme atılan bir taşta

Uzak iklimlerde ışıldayan bir göz

Ellerin Meryem’in, Asiye’nin, Amine’nin avucunda

Adımların Hacer’in telaşında

Zeyneplerle yaşayan hatıran

Ağıtlarla dimağımda

Eteğinde bir yetim

Bir metropol kafesinde

Ya da bir varoşun kavşağında

Anne

Söyle hangi ırktansın

Milliyetin, dinin, soyun, felsefen

Hangi fikrin kavgasında?

Beyaz mermerlere damlayan gözyaşın

Buluşuyor sakıncalı mezarların başında

Anne sözcüğü öyle tek anlamlı ki

Yoğunlaşıyor içinde bir dünya

Anne!

Seni yazmak zor

Bitirir şefkat beni

Sevgi de ne!

Anne...

BİR YÜZÜ BETİMLEME

MENDUH BAYEZİT

Otobüsün birkaç saniye beklediği büyük bir binanın altındaki durakta gördüm onu. Bankı işgal etmiş gibi mahcup oturuşundan buralı olmadığı belliydi. Sağa sola kaçırdığı gözleri jilet gibi keskindi ve yeşile çalıyordu güneşi arkasına aldığı zamanlar. Açık havada farklı bir renk alacaktı muhtemelen. Gölgeli yeşil, güneşli sarı derdi ninem, gözlerinin rengi değişenlere. Burnu ince ve uzundu ancak büyük değildi, diğer yerleri gibi minikcikti. Ağzı, gözleri, kulakları yüzünün her yeri abartı sayılacak derecede küçüktü. Küçük suratı zayıf cüssesine çok uyuyordu zaten. Zarif burnunun ortası mandalina kabuğunu andırıyordu fakat güneş ile buluştuğunda şeffaf bir hal alıyordu. Sakalları sinekkaydı tıraşı olmuş gibiydi. Ama ömrü boyunca tek bir tel bile sakalı çıkmamıştı, köseydi anlayacağınız. Yeşil gözlerinin üzerinde, kurumuş buğday tarlalarını andıran sarı kaşlarından dolayı, sakalları çıksa açık turuncu renk olacaktı belki de. Bunu kestirmek pek mümkün değildi. Çünkü öne doğru dökülen, ikiye ayırdığı saçları yüzünün aksine siyahtı. Beyaz teni, yeşil gözleri, sarı kaşları ve siyah saçları ile çok renkli bir bayrak gibiydi. Siyah saçları esmere, sarı kaşları kumrala, beyaz teni sarışına çalıyordu. Her ten rengine yakın ama hiçbir ten rengine sahip değildi. Çocuksu bakışları güleç gibi duruyor fakat gülümsemiyordu. Masum bakışlarında gizlenmiş derin düşünceler saklıydı. Muhtemelen pürüzsüz ince dudakları daha önce başka bir kadının dudakları ile buluşmamıştı. Kaşlarının baş kısmının yukarı, son bölümünün aşağı inişinden ve ikiye ayrılan saçlarının daha çok belirginleştirdiği alnındaki kalın çizgilerden henüz aşk ile tanışmadığı anlaşılıyordu. Onu gördüğümde anasını, babasını, çocuklarını da görme hissi uyandı içimde, koca bir acaba ile. Sonra anne, baba, çocukları dışında soyu sopunu da merak ettim bir anda. Çünkü hiçbir ırkı andırmıyordu yüzü. Daha doğrusu teni gibi hepsinden bir tutam almış bu yüzden hepsine benziyor, hiçbiri gibi durmuyordu. Adamın yüzü zihnime bir resim gibi oturmuştu. Yıllarca görmesem bile hafızamdan silinmeyecek izler bırakmıştı bende. Gün boyunca birçok nesne ve insanla karşılaşırız. Çoğu hafızamızda yer bile etmez, bir kısmı çabucak silinir, bazıları ise sebepsizce unutulmaz olur. Bazı yüzler unutulmaz...

SES VER

LEYLA MİHRİNAZ ENGİN

geriye alıyorum ellerimle işlediğim

günahlarımı

vazgeçtim kör kuyulara taş atmaktan

kirlenmemeli bende aşk

kurumamalı çınarın en narin dalı

boylanmalı çitlere dolanan sarmaşık

halen sunmadın ya

diğer bir yarısını bakışının

çek ellerini o vakit

aşkın ak pak ve berrak kanadından

o ateşi kanat ile yelleyendir

seni sen ile buluşturan

kutsal mabettir

gel de

dipsiz ve kör kuyulara su taşı üşüyorum

dar geliyor bu kent

bir yıldız düşürmüş gibiyim gecemden

ve ses vermiyorsun

boğacak beni bu çığlık üşüyorum

düşlerim yoksun maviden

bir serçe balkonuma hayal getirmiş ve aşk

arka balkonudur hayatın

direncidir ayva ağacının

zarif bir zerdali dalıdır

patlayan nar ağacı çiçeğidir aşk

aşk bahardır

toprağa geçirip tırnağını

ses ver

bilmez misin

şair küsüşü

tanrı lanetinden beter hırçın kısrak gibi düştüm mimiğimden

tüm deli havaları soluyan ben

üst üste yığıp düşünceyi

altında canhıraş olan ten

kenarına çekilip yaşamın

aciz bir türkü tutturan sen

nerde bakışının diğer bir yarısı

nerde yüreğindeki cenk

gözündeki renkgözünü gördüm korkunun

zifiri karasında yalnızlığın

el atsam

zaman dökülecek üzerime

el çeksem

boğazıma sarılacak içimdeki ben

en içli türküsüyle

ve kelebek

değende ateşe en narin kanadıyla

bilmedi aşk ateşini

ancak yanıp kavrulanda bulmuştu inancını

ve hep

şiir sonrası mı kırılacaktı kalem

 

ses ver

yangın gibi düşeceğim avuçlarına

ahın olmayacak

düşeceğim gecenin böğrüne zebani gibi

üşüyecek ellerinde kızıl kıyametten mahşer yeri

kayırma gözlerini

onlar inen vahiy

ilham zembil arar

geçeceğim gözlerinden serenat eşliğinde

zembereğinden asılacak zaman

yeter krater eşiğine gidip gidip döndüğüm

yeter kendimle avaza durduğum

gözlerin dökülen lav mıdır

gözlerin keşfi bela mıdır

sırattan yol mudur gözlerin

dibinde cehennem harlanır yangın yeri gibiyim alaza durmuş

bir yanım buzul

bir yanım cehennem

tüm hışmıyla aşk taşır oldum

şu çelimsiz bedenimle

ya yan kül ol

ya da tüm nehirleri taşı yüreğime bu nasıl bir başlangıcın orta yeri ki

yarasız kan gider

kulağı yok mu zamanın ki kulağıma fısıldar

kim tuta bilir nabzını zamanın

kimin gözü donmuştur dört duvar yalnızlıkla

öyle hükümran ki aşk

onun asi yüzüyle dolanırım aklımı kolluyorum

infilak edecek zihnim biliyorum

ve halen suskunsun

konuş desen unutacağım dilimi

sus deme

kelime morguna döndü dağarcığım

yeter susma yeter

öyle bir masal anlat ki

toparlanıp tek vücut olsun inancım

canımda mayın patlar gibi

kahroluyorum çifte yüzlere

öyle bir sima ile gel ki

yerle bir olsun felsefem anlıyorum

bir dal daha uzamış budağım

elime verilen çakılar bu yüzden

benle yüzleşiyor ben

ben kalkanlı

öz-ben kamalı bu yüzden

hep süngüsü çekildikten sonra gecenin

yumuldum üzerine kederlerimin

goncaya dokunurcasına dokundum göz yaşlarıma

şahmaran gibi bana aktı suyum

ve halen suskunsun

sür kale’ni şimdi

bu bir santranç oyunu ve yer

ve gök

ve umman

ve renk

ve ben

bunca savurman neden sığınma arkasına kalenin

bak bende Alamutvari bir duvar

ben de toy taylara mekan var hey yar

bak hal lêyl

bak hal lâ

lêyli’de kırk bin hâr

leyli’de hal nâr

tezatta cümbüş vardalları kırık nehir gibi

yol arıyorum ummana

yarım can ile dolanıyorum bu kenti

avuç avuç ateş taşır oldum yüreğimden dışarı

ve tüm kelimeleri boşa doldurup

aşkın asi beynine sıkmaktan gelirim

hey suskun mabet

ben yüreği kanlı bir caniyim

ses ver

sesler aşkına

dili yok ki hüznün

sana resital çeksinses ver bilmez misin

şair küsüşü

tanrı lanetinden beter ve sen

çınarın narin dalı

suyuma su katışındandır

aşk Leyla dolanır

sesime ses verişindendir

sesim şaşkın dolanır yar ki yar

bende şah mat

konağından mir’in

gözlerine dikilen gözlerim var

ADAM DEMEM

ÜMİT KAYAÇELEBİ

Bir gönülden bir gönüle

Akmayana adam demem

En güzel gülü güzele

Takmayana adam demem.

**

Demir hep dövülür tav da

Ceylana kıyarlar av da

Koca ömürde  hiç sevda

Çekmeyene adam demem.

**

Seven de kalmaz bet beniz

Sevda dedikleri deniz

Leyla bulsan önünde diz

Çekmeyene adam demem.

**

Sevdayı iç kana kana

Hayat verir inan sana

Bir güzelin huzuruna

Çıkmayana adam demem.

**

Hayat zaten bir sevdadır

Can ve canan hicrandadır

Güzele bakmak sevaptır

Bakmayana adam demem.

**

Varıp bir gün Aslı bulup

Canı gönülden vurulup

Kerem olup da tutuşup

Yanmayana adam demem.

adam demem

İNSAN VE KUŞLAR

YAŞAR ADIYAMAN

Kuşlardan kalan bir poetikadır bu

 

Bir gün seni de vuracaklar

Kanadından değil

Kuş değilsin benim gibi

Kalbinden vuracaklar

Ve kuşlara sesleneceksin

Heykelimden bir parça koparın diye

Tanrıçalara kalpsiz kalpsiz bakacaksın

Bazen Mısır piramitlerin içinde

En soylu kral giysilerin

Çıplaklığında göreceksin gözlerimi

 

İçimde otuz iki parçadan

Bir dirhem gibi

Otuz üçüncü kurşuna rastlarsın

Ne çok şey

Hangi şey

Hey tarihin yalancı beyanatlarına

asılan şimşir bakışlı kalemlerin sırrı

Hangi sırdan ısırıldı kalbiniz

Hangi hançere boyun eğdiniz

 

Söner mi ateşin düştüğü toprak

Bir bana bak

Bir de içimde bulunan yaraya

Kalk gidelim buralardan

Mevsim kışa vurmadan bizi

Unutulmuş hercai bir bahara vuralım kendimizi 

 

Öyle ya kuşların rüyaları bile

Mevsimlerin renklerine göredir

Kanadı kırık

Kalbi masum

Birbirimizi tanırız gözlerimizden

Kalbin acısına soylu bir isyan bayrağı çekelim

Öp geçsin isyana hasret ağrıları ile

Kalbin ırmaklarını kuşlara bırakalım

 

Sen tamir edemezsin kalbimi

Soylu bir kral değiştirirken giysilerini

Karanlığın şafağında saçlarına asılan yıldızlara bak

Kızıl bir güneşin sabahı

Uyku mahmurluğu ve yalın ayak

Biz kuşları kanatlarından

Siz insanları kalplerinden vuracaklar

 

Hiç kimse tamir edemezken

Biz kuşlara bırakın kalbin patikalarını...

AŞKI SEÇTİM

ERDAL ŞAHİN

Uçsuz bucaksız bir okyanusta

gemisi su alan bir gemici misali

çaresizdim.

Çaresizliğim zavallılığım yalnızlığım ve kurtuluşum için Aşkı seçtim, aşka vurulmak istedim.

 

Tüm sıkıntılarımın, dertlerimin

sorunlarımın ve çıkmazlarımın

çaresi AŞKtaymış, bunu kendimle baş başa kalınca anladım.

 

Gecenin ıssızlığında yatağa

düşerken kendimi kabirdeymiş gibi hisettim.

Çaresiz ve yalnızdım.

Yalnızlığın duygusu beynimi kemiriyorken düşüncelerimi altüst eden duyguların tek çıkış yolunu

yine yine aşkta buldum.

 

Ve anladımki tek özgürlük gönülden aşka tutulmakmış o ölümsüz maşuku bulmakmış.

Onun için ben aşka vurulmak

istedim,Aşkı seçtim.

Çünkü ben ölümlüydüm

Aşk ölümsüzdü.

Ve ben muhtaçtım AŞKa…

Bakmadan Geçme