Mavi Şehrin Kalemleri

Mavi Şehrin Kalemleri

VAN KALESİ HORHOR SUYU İLE MEDRESESİ

NURAN DEMİRHAN

Van Kalesi, Van merkeze yaklaşık yedi kilometre uzaklıkta yer almaktadır.

Kale Urartular zamanında inşa edilmiş. 

Osmanlı döneminde tamir görmüştür. 

Eski Van şehri bu kalenin Güneyinde kurulmuştur. 

Tuşba adıyla uzun süre, Urartu Devletinin başkenti olmuştur. 

Van kalesi urartu kralı 1.Sarduri tarafından M. Ö 840-825 Tarihleri arasında Van ovasına hakim büyük bir kaya kütle üzerine kurulmuştur. 

Kaya 1800 metre uzunluğunda, 20-120 Metre arası değişen genişlikte 100 Metre yüksekliktedir. 

Birinci cihan harbi öncesi bu şehir bir çok cami, han ve kervan saraylar ile donatılmış bir şehir idi. 

Van kalesinin Güney yamacında bulunan Horhor çeşmesi ile Horhor medresesi, Van kalesinin tam altındadır. 

Medresede o dönemlerde Beddüazzam Hazretleri, talebeleri ile kalmış. 

Talebelerine Horhor medresesinde İlim ve irfan öğretmiştir. 

Kalenin tam alt kısmında gürültü, horoltolar çıkararak akan bu suya Horhor çeşmesi adı o dönemde verilmiş. 

Yine medreseye Horhor medresesi adı verilmiştir. 

Van kalesinin güney yamacında bulunan Horhor suyu, ilk bahar, yaz aylarında, Van halkının serinlemek ve piknik yapmak için tercih ettikleri yeşillik alandır. 

Horhorun buz gibi suyu, Vanın yerli halkının evlerinde içme suyu ve çay suyu olarak kullanırlar. 

Özellikle İlk Bahar aylarında yine bu yeşillik alanda, yeşil su teresi, evelik, yarpuz gibi bitkilerin toplandığı en güzel alanlardan biridir. 

Van Balığı gönüllüleri ekibi olarak, 

Van Balığı değerimizdir programı etkinliğini bu alanda, Van Balığı Mangalda, Ayran aşı ve Mercimekli Bulgur pilavı ile küçük bir etkinlik yapmamız çok güzel oldu. 

Van Balığı değerimizdir. 

Horhorun buz gibi suyunu içmek için kış mevsimini beklemeyin derim. 

 

BEYAZ TAŞ

ADEM İŞLER

Uzman Çavuş Akın Koca... Fazla değil, sadece bir hafta önce ayrıldı yanımdan. Psikolojik travma sebebiyle gelmişti revire. Yapılan tetkikler sonucunda askeri nizama uygun olmadığına karar verilip, sivile gönderilmişti. Bu kararı verenlerden biri de benim. Niye diyecek olursanız: Sadece, mecburdum diyebilirim...Akın'ı ordu hastanesinde psikolog olarak göreve başladığım ilk gün -yanlış hatırlamıyorsam- yemekhanede görmüştüm. İyi görünüyordu o zamanlar.

Tabi, henüz o kötü olayı yaşanmadan öncesiydi bu... Yemekhanede hemen karşımdaki masada oturuyordu. Kuş Tepesi üzerine konuşmalar hatırlıyorum. Önümdeki yemekle oynarken söylenenlere kulak misafiri olmuştum. Sınırın öte tarafından, nöbet kulesine atılan taşlardan söz edilmişti. Bütün askerler ‘’Orada nöbet tutanın vay haline’’ diyordu. Akın ise gururlu, ‘’Yarın nöbet sırası bendedir, yüreği yeten o taşı atar bana’’ diyerek yanındakilerle iddiaya giriyordu. Yanındakiler doğruluyordu onu. İddiaya girilmezdi onunla. Yaman adamdı Akın, üstleri bile çekinirdi ondan. Asker ocağına girdiği andan itibaren buraya ait olduğunu anlamış; evi bellemişti burayı.

Kimsesiz olduğu söyleniyordu; ne kadar doğru, ne kadar yanlış? Bilmem… Kuş Tepesi, bölüğün olduğu yere en az kırk kilometre uzaklıktadır. Bu yüzdendir ki o tepeye giden askerler en az iki gün uykusuz bir şekilde nöbet tutarlar. Bu zorlu tepenin tam üstünde bulunan nöbet kulübesinin yüzü, sınırın öte tarafındaki geniş ovaya bakmakta; tepe ve ova arasında ise uçsuz bucaksız bir tel örgü bulunmaktadır. Kulübenin küçük penceresinden bu ovaya baktığınız vakit, sadece bir ya da iki ev görebilirsiniz. Kerpiçten yapılma yıkık dökük evler…  Güzelliğiyle mest eden bu ovadaki insan kıtlığının tek bir sebebi vardır: Yıllar önce bu tel örgünün yakınlarına döşenen yüzlerce mayın... Bu mayınlar ki nice insanı, nice hayvanı telef etmiş ve göçe zorlamıştır. Akın, nöbet yerine gelir gelmez ovadaki evleri incelemeye koyulup, ‘’Nöbet kulübesini taşlayanlar bu evlerde yaşayan insanlardan başka kim olabilir ki?’’ diye düşünmüştü. Yerinde bir şüphe, fakat bu düşüncesi oracıkta boşa çıkmış ve koca ovada yalnızca bir baba ve küçük kızının yaşadığını görmüştü.

Küçük kız sabah erkenden uyanıp hayvanları besliyor ve evin önündeki ağacın dibine oturup defterine bir şeyler yazıyormuş. Akşama doğru yatalak babasını dışarı çıkarıyor ve karanlık çökünce de evin tüm ışıklarını söndürüyormuş. İkinci nöbet gününün gecesinde Akın’ın yüreği ağzına gelmiş. Kulübenin tepesine düşen koca bir taş ile irkilip havaya iki el ateş etmiş. Ardından karanlığa doğru sövüp saymış. Ve işte nereden geldiği belli olmayan bir taş daha! Çılgına dönüp birkaç el daha sıkmış. Sabaha kadar kulübenin etrafını turlasa da, zifiri karanlık taşı atanı bulmasına izin vermemiş. Yorgunluktan kulübeye yaslanıp gözlerini dinlendiren Akın; sabahın ilk ışıklarıyla öten horozdan irkilip kendine gelmiş. Kulübeye girip bir yarım ekmek ve domatesle ovayı izlemeye koyulmuş. Burada geçirdiği iki gün boyunca en çok bu saatleri severmiş. Uçsuz bucaksız ovaya karşı sigarasını yakmış ve küçük kızın her zamanki gibi hayvanlarını çıkarıp beslemesini beklemiş. Fakat bu bekleyiş bir hayli uzun sürmüş… 2 (Buradan sonrasını Akın’ın anlatması daha doğru olacaktır.) Ses Kayıt 001: – Sorduğum soruya cevap vermedin doktor. Beni kandırabileceğini falan zannediyorsun herhalde? (gülüyor) Ama önemi yok, artık gerçekten bir önemi yok. Sorduğum soruyu kendi içinde de cevaplayabilirsin. Ben sana tüm olanları anlatacağım.

Cihaz açık mı hala? – Evet, kaydediyorum. – (bir süre sessiz kaldı) 12–13 yaşlarında bir kız çocuğu. Ama yaşından büyük baktığını söyleyebilirim. Bakmakla kalmıyordu, görüyordu da. Nöbet tuttuğum sırada birkaç kez bana doğru baktığını görmüştüm. Kızgın olduğunu görebiliyordum. O mesafeden yüzünü seçebilmek mümkün değil ama öyle bir duruşu vardı ki, kaçacak yer arıyordum doktor. Diyeceksin ki koca adamsın, küçücük kızdan mı korktun? Evet. Yerimde kim olsa korkardı… – O sabah öğlene kadar evden dışarı çıkmamıştı öyle mi? – Evet, çıkmadı. – Peki, saat kaç gibi gördün onu? – Akşama doğru, öyle hatırlıyorum. Emin değilim ama nöbet süremin bitmesine doğruydu. Uzun bir süre kızın evden çıkmasını beklemiştim. Bir şüphe vardı içimde. Derken kapısının açıldığını gördüm. Tellere doğru koştu. Tehlikeli bölgeye yaklaştığı sırada silahımı ona doğrulttum. Bir şeyler söyledi bana. Ne olduğunu söyleyemem, dilini bilmiyordum kızın. Bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışıyordu hiçbir şey anlamıyordum. Yardım istiyor gibiydi ama şaşkınlığımdan olsa gerek, hala silahımı indirmemiştim.

Öylece kalakalmış küçük bir kız çocuğunun çırpınışını izliyordum. Bir süre sonra sakinleşti ve etrafına bakınıp evine doğru koştu. Elinde o defteriyle çıkageldi. Oturup bir şeyler karaladı ve kâğıdı yerden aldığı bir taşa sararak bana doğru fırlattı. Donup kalmıştım öylece. Attığı taş tellerin dibine düşmüştü. Benim olduğum tarafa geçirememişti. Bunu görünce tekrar bir şeyler karaladı ve bu sefer taşı benim olduğum tarafa fırlatmakta niyetliydi. Tellere doğru koştu... Çok telaşlıydı. Yaptığı şeye inanamadım. Havaya ateş etmeli ve onun geri gitmesini sağlamalıydım. Ama duracak gibi değildi. Tek çare silahı yere fırlatıp tepeden aşağıya, tellere doğru koşmaktı. Öyle de yaptım. Tam tellerin önüne geldiğim vakit o da durdu. O an etrafa bakınca şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırdım. Telin dibinde yüzlerce taş, her biri bembeyaz kâğıtlarla kaplı… Düşünebiliyor musun doktor? Yüzlerce taş, bembeyaz... Küçük kız 20 metre kadar uzağımda duruyordu. İlk kez bu kadar yakından görmüştüm onu. Gözleri yaşlı bir şekilde bana bakıyordu.

Kızgın değildi, bunu görebiliyordum. Çaresizce bakıyordu. Elindeki kâğıda sarılı taşı bana doğru fırlattı. Taş tam ayağımın dibine düştü. Bir anlığına eğilip alacakken kulağımı sağır eden bir patlama. (bir süre sessiz kaldı) Sonrasını biliyorsun doktor. Kız öldü. (yine sessizleşti) Artık gitmem gerek. – Son bir soru sormama izin ver lütfen. – Sor. – Çocuğun sana attığı kâğıtta ne yazıyordu? – Bilmek istiyor musun? – Evet, istiyorum. – Al, çizdiği resim bu... Sende kalsın. – Resim mi? Neden bana veriyorsun? – (Çıkıyor revirden) İşim bitti benim burada. Kayıt Sonu. 3 Bahsettiği resmi elime alınca her şeyi anlamıştım. Küçük kızın babası ölüm döşeğindeydi ve bu yüzden mayınlı bölgeye kadar girmişti. Çizdiği resimde Akın'dan yardım istiyordu. Aynı dili konuşmadıkları için can havliyle bu resmi çizmişti. Yatakta acı çeken bir adamın resmiydi, taşa sarıp Akın'a fırlatmıştı... Bugün, yani olayın üzerinden bir haftanın geçmesinin ardından cesaretimi toplayıp Kuş Tepesi’ne gittim. Kızın cesedine dair bir iz yoktu. Olması da beklenemezdi zaten. Cesede dair her şey aynı gün temizlenmiş olmalıydı. Ama mayınlar ve beyaz taşlar hala oradaydı. Kâğıda sarılı, yüzlerce beyaz taş!

 

CENNET KALPLİ ANNE

CEMRE MİRALAN

Sevgiyi öğretenim
Ruhumu tazeleyenim
Sarılınca kollarında
Huzur bulduğum

Öyle güzel seviyorsun ki
Başkasının sevgi kırıntısına
Muhtaç kalmıyorum
Şükrediyorum varlığına

Yere düşen bardağın kırılması
Attığım yanlış adımlar
Aldığım yanlış kararlar
Güçsüz yanlarım
Ve hep arkamda durman

Canım annem
Dikkat et dersin hep
Kıyamazsın çünkü
Küçücük birşey olsa
İçinde fırtınalar kopar

Doğurursun, büyütürsün
Ve paylaşmak istemezsin
Kimselerle
Herşeyden sakınırsın
Sevgi yumağı kalbinle

Nasır tutan ayaklarına
Kurban olduğum
Yanında huzur bulduğum
Yaslanırken omzuna
Acılarımı azalttığım

Elini taşın altına koyarsın hep
Ben aç kalırım da
Sizler tok uyuyun dersin
Kendi nasibini paylaşırsın evladınla

Ben giyinmem
Gözünüz kimsede kalmasın dersin
Koca kalpli annem
Sevdiğimi bağıra çağıra
Haykırmak istediğim
Sonsuz varlığım
Varlığım armağandır varlığına

                     

KOVİD GÜNLERİM

ESMA GÜLAÇAR

Hemşire olmak ilk defa benim için bu kadar anlamlı olmuştu. Kendimi bir şavaşın güçlü bir savaşçısı gibi hissediyordum. Tüm dünyayı kasıp kavuran  83 binden fazla can alan ve vaka sayısı milyonlara ulaşmış olan, insanları evlerine hapseden tüm dengeleri alt üst eden büyük bir pandeminin, korona virüsü salgının pençesindeyken meslek hayatına adım atmıştım. Bir anda kendimi ard arda farklı yoğun bakımlarda hemşirelik bilgi ve becerimi sonuna kadar kullanmam gereken bir krizin içinde buldum. Aldığım üniversite eğitimimden sonra 3 yıl ara vermiş haliyle biraz körelmiştim. Ama öyle bir zamanda atanmıştım ki meslekte yeni olmam hastaların sorumluluğunu almama engel değildi. Çok sayıda sağlık personeline ihtiyaç vardı. Olağanüstü bir dönemde sağlık ordusu büyük bir sınavdan geçiyordu. Emekliler emekliye ayrılamıyor. Yeni atananlar hızlıca öğrenip  sorumluluk almaya başlıyor. İzinler iptal ediliyor. Sağlık personelleri ailelerine virüsü bulaştırma riskinden dolayı ailelerinden uzakta  yaşamak   zorunda kalıyordu.  Tüm sağlık çalışanları için hızlı bir şekilde yayılıp  öldüren bir virüsün kol gezdiği bir pandemi hastanesinde çalışmak gerçekten de kolay değildi. Ama hemşireler için durum kat be kat zordu. Hemşireler sağlık ordusunun en çok risk altında olan grubu, bu hastalığın en yakın tanıkları, bu salgının en  büyük emektarı ve en güçlü durması gereken savaşçılarıydı. Covid hastalarına en çok bakacak, onlarla en çok temasta bulunacak dolayısıyla onlardan en çok etkilenecek olanlar da onlardı. Bu  mesleği benimsemiş olanlar bilirler ki söz konusu bize muhtaç hastalarımız olduğunda mesleki bağlılığımız devreye girer ve hasta yararını ön planda tutmaya başlarız. İşte ben de bunu bire bir yaşamanın mutluluğunu tattım. Yaklaşık 2 haftalık farklı yoğun bakım birimlerindeki deneyimlerimin ardından kendimi Covid Yoğun bakımında buldum. Bu günler meslek hayatımın en unutulmaz günleri olacaktı biliyorum. Çünkü olağanüstü bir dönemde olağanüstü koşullarda çalışıyorduk. Mesleğimizin kıymetinin en çok anlaşılacağı, mesleğimizi en çok benimseyerek yapabileceğimiz bir dönemden geçiyorduk.

 

 Koronavirüsle savaşı veren  16 hastadan oluşan yoğun bakım servisimiz üst düzey teknolojik donanıma sahipti. Burada sürekli nir sirkülasyon oluyor personeller yer değiştiriyordu. Ben de bir gün buraya düşeceğim ihtimalini hep göz önünde bulundurmuştum. Ve sonunda biraz korku biraz da heyecan ve onurla beklediğim o anı, o yaşayacağım ihtimali hep düşündüğüm anı yaşama zamanı gelmişti. Temiz alanda formalarımı giyip kirli alana geçerek  terliklerimi değiştirip el hijyenimi sağlamıştım. Ardından üçüncü bir kapıyı geçerek yoğun bakım servisine  geçmeden giymen gereken önlük, maske, bone, galoş ve  eldivenden oluşan ekipmanları giymiş ve  o kapıdan içeri girmiştim. Cam bölmelerle  ayrılmış olan odalarının kapılarında  isimlerinin altına  covid pozitif, covid şüpheli yazan hastaların çoğu oksijen desteği alıyor ve uyuyorlardı. Yine hızlı bir tanıtım ve adaptasyon süresinden sonra bakmam gereken ilk hastamın odasına tedavi için girmenin zamanı gelmişti. N95 maskenin üzerine cerrahi maske takmıştım. Onunda üzerine gözlük ve siperi takınca nefes almakta ve çevremi net görmekte zorlanıyordum.

Cesaretimi toplayıp tevekkül ederek korkuyla içeri girdim hastamın tedavilerini en hızlı sürede yapıp çıkmam, içerde uzun süre kalmamam gerekiyordu. Kapının sensörüne elimi yaklaştırarak kapıyı açtım ve içeri girdim.  Hızlıca mayilerini takmaya, İV ilaçlarını vermeye başladım. Hastaya yaklaşırken daha da korktuğumu farkettim.  Tedavilerini verirken hastanın gözlemlemiş olduğum çaresizliği ve benimkinden çok daha büyük olan korkusu bütün korku ve kaygılarımı bir anda yok etti. Evet ben güçsüz düşmüş  olan, benim bilgi ve becerime muhtaç olan bu insanlar için güçlü durmak zorundaydım. Ben bir çok insanın yapamayacağı bir işi yapıyordum. O an kendimi gerçekten de bir kahraman gibi hissetmiş içimde inanılmaz bir güç hissetmiştim. Hastanın çaresizliği ona yardım etme arzumdan dolayı beni güçlü hale getirmişti.

 

 Bilinci açık belki de sadece kronik hastalıklarından dolayı yattığını sanıp virüsle enfekte olduğunu bile bilmeyen bu yaşlı teyzenin tedavilerini yaparken onunla konuşarak kendisini biraz rahatlatmaya çalıştım. Acı içinde kıvranıp, "yanıyorum"  diye inliyordu. "Çocuklarım neden beni gelip sormuyor, beni buraya attılar ne doktor uğruyor yanıma ne de halimi soran var. Bu ne biçim hastane" diye sitem ediyordu. Ben de kendisine buranın yoğun bakım olduğunu çocuklarının buraya gelemeyeceğini, doktorların yanına gelmeden de  bilgilerini alıp tedavisine devam ettiklerini, kendisini  bağlı olduğu cihazlardan takip ettiğimizi ve tedavisini aksatmadan devam ettirdiğimizi, her halinden haberdar olduğumuzu sürekli takip altında olduğunu anlatmaya çalıştım. İşlemleri bitirip hasta odasından çıkarken hemen kapının dibinde ekipmanlarımızı çıkarıp hiç bir yeri enfekte etmeden yeni ekipmanları giymeliydik. Hasta odasından her çıktığımızda bunu yapmalıydık. Ve gerekmedikçe hasta odasına girmemeliydik. Bazı hastalar bunun farkındaydı dolayısıyla terkedilmişliğin, izole edilmişliğin ve yalnızlığın acısını yaşıyorlardı büyük ihtimalle. Çoğunun bilinci yeterince açık değildi. Ama oryante olanlarda o korkuyu ve tükenmişliği görebiliyordum.  Hastalarımız hep yaşlıydı ve çoğununda kronik hastalığı vardı. Çaresizliğin ve acizliğin en büyük resmini yoğun bakımlarda görebilirsiniz. Bir hemşireyseniz çaresizliği çok fazla gözlemlersiniz. İşte o an merhametin, şefkatin, etik değerlerin bir hemşirede ne kadar önemli olduğunu ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğini  görebilirsiniz. Biz hemşireydik hem kalbimiz hem bedenimiz, hem de dikkatimizle çalışmak zorundaydık.

Hasta odasından çıkıp siper ve gözlükleri çıkardığımda biraz daha rahat nefes alabiliyordum. Ama burnumu sıkarak canımı yakan N95  maskeleri çıkarıp gevşetemezdim. Hastalarımın takip, tedavi ve bakımlarını zamanında yapmalı, hızlı, pratik ve dikkatli olmalıydım. Bu zorlu tempoya ayak uydurmak zorundaydım.

 

 Temiz ekipmanları giyinip diğer hastamın tedavisi için odasına girmiştim hastamdan kan almalıydım. Hem uzun zamandır kan almamıştım hem de  hastanın damarları belirgin değildi. İşlemi  kısa sürede  bitirmeliydim aynı zamanda da hastamın canını yakmamaya dikkat etmeliydim. Tüm bunların yanı sıra ağzımı ve burnumu kapatan maske ve siperden dolayı nefes almakta zorlanıyor, hastanın damarlarını net göremiyordum. Alınan rutin kanların etkisiyle hastanın kolları iyi durumda değildi. Bana kanım kalmadı kızım yeter almayın diyordu. Ama ben bunu yapmak zorundaydım. Sorumlum beni izliyordu. Yapamadım diyebilmek için bir defa da olsa denemem gerekiyordu. O an içinde bulunduğum durum çatışmanın tam ortasındaki bir savaşçı gibi hissediyordum.  Soğukkanlılığımı koruyup  yapabileceklerinin sınırlarını zorlamam gerekiyordu. Damarları göremiyor hissetmeye çalışıyordum. Vucüt sıcaklığım artıyor terliyordum. Solunum zorluğu çekiyor nabzımın hızlandığını hissedebiliyordum. İşte o an hastanın içinde bulunduğu durumun daha hafif versiyonunu yaşamış ve empati kurabilmiştim. Rahat nefes alamamanın nasıl bir duygu olduğunu kısa süreliğine de olsa görmüştüm. Ve biz hasta  odasına her girişimizde bunu bir nebze yaşayacaktık. 

Sonunda denemiş ve    başarmıştım. Hastanın kanını alıp  odadan çıkar çıkmaz siper ve gözlüğümü çıkararak nefes almanın özgürlüğünü yaşamıştım. Durduğum yerden uzaklaşmadan üzerimdekileri çıkarmıştım. Buğulanan gözlüğüm içerde kalmanın zorluğunu gösterir gibiydi. Bu rutine alışacaktım. Bu salgın belki de daha aylarca sürecekti. Covidli hastaların odasına zamanla daha az korkuyla girip çıkacaktım.  Onların odalarına  her girdiğimde ve onları rahatlatmış, bakım ve tedavilerini en iyi şekilde  yapmış olarak  odalarından her çıktığımda vicdanımı büyük bir huzur kaplayacak kendimi, mesleğimi değerli görecek ve tüm zorluklarına rağmen mesleğimi sevebilecektim.

Birilerinin görmesi için değil vicdanımın huzurunu daim kılabilmek için hastalarımın acılarını dindirmeye çabalayacaktım. Çok yorulacaktım. Hastalarımı sürekli dikkatle takip etmem, olağanüstü durumlarda hızlı ve doğru kararlar verebilmem, uykusuz kalmama, çok fazla yorulmama rağmen hastalarımın tüm rutin takiplerini aksatmadan yapmam gerekiyordu. Ve tüm bunları yaparken de hastalarımın bakıma ve ilaç takviyesine muhtaç  bir makine değil bir insan olduğunu asla unutmamam gerekecekti.

 

 Tüm bunları yaşarken kaybettiğimiz hastalarımızda olmuştu. Hayatını kaybetmek üzere olan bir hastaya acil müdahale yapılırken içimdeki can kurtarma arzusunun kabardığını hissedip hastanın yanına koşmuş ve müdahaleye dahil olmuştum. Yoruldukça yer değiştirip  kalp masajı yapıyor  3 dakikada bir damara ilaç enjekte ediyorduk dönüşümlü olarak. Hekim, hemşire, anestezist ve personelden oluşan küçük bir ekip olarak hastayı hayata döndürmeye çalışıyorduk. Ama başarılı olamamış ilk olmayan son da  olmayacak olan Covidli hasta kaybına şahitlik etmiştik. Geldiğim şiftte daha önceden baktığım hastaların hayatlarını kaybettiklerini öğrendiğimde duygulanacaktım. Elbetteki kendi yakınları kadar üzülmeyecektik. Yoğun bakımlarda çok fazla ölümlere tanıklık ediyor olmamız belki de ölümlerden daha az etkilenmemize neden olacaktı. Ama insanız sonuçta hastayla kurduğumuz iletişim de heleki uzun süreli bir iletişimse bu ve baktığımız hastanın bilinci açıksa onların kaybı bizi etkileyecekti. Ama kaybettiğimiz hastalarımıza üzerimize düşeni yapmış olmak bizi en çok rahatlatan şey olacaktı. Kendi başına nefes alamayan beslenemeyen, hareket edemeyen, her anlamda dışa bağımlı bu hastalar bizim insanlığımızı ve vicdanımızın sınırlarını en güzel biçimde ölçen birer sınav gibiydi. Kendi sağlığımız söz konusu olduğu için geri çekilemezdik. Ve bu salgın bittikten sonra bile aynı şeyleri görmeye yaşamaya devam edecektik. Bizim mesleğimiz kolay değildi ama Acıları dindirmek, dualar, gönüller  kazanmak için bulunmaz bir meslekti. Bunu da bu meslekte yol aldıkça daha iyi görecektim.

...

 

UZAN DİZİME SEVDİĞİM

SELAHATTİN ÇAKIR

Saçında şiir arayacağım

Gecenin en karasını zincirlerle çekip

diz çöktüreceğim önünde

gülüşün değdikce mavileşecek,gece.

Kafa karıştıran düşler kuracağım seninle

 

Çölleri gemilerle aşıp

Bambaşka yerlere göç edeceğiz.

Öptükçe bedenime katacağım

bedeninden her toprağı

parsel parsel..

 

Cumhuriyeti yeniden ilan edeceğim.

Mutluluk kaynakları bakımından

en verimli topraklarında.

Her zerrene

Daha çok sevme ve sevilme hakkı tanıyacağım

 

Bedeninde fikir ve düşünce hürriyeti kazanıp

Saklamadan,gizlemeden düşüneceğim seni..

 

Sustuğum ne varsa sana dair

kelime kelime haykıracağım sokaklarda..

 

Senli düşüncelerimle yankılanacak caddeler

Ulu orta mitingler düzenleyip

Cadde cadde,

sokak sokak,

şehir şehir adını haykırcağım.

 

Ve

Güzelliğine

hiç bir şiir muhalefet olamayacak ..

 

 

 

Bakmadan Geçme