MAVİ ŞEHRİN KALEMLERİ
Vansesi Gazetesi ile Van Yazarlar ve Şairler Derneği işbirliğiyle mavi şehrin kalemleri yazıyor.
Manası Hoş Bir
Mustafa Ayyürek
Derin bir müzik tüm karanlık tonlarıyla aklımı delip geçiyordu. Yüce dağın dumanlı eteğinde bir haberci, müjdeleyici sesiyle; 'Korkmayın geçecektir!' diyordu. Aklım, müziğin karanlık tonlarına dahi henüz alışmamışken, 'Korkmayın geçecektir!' ifadesi beni mıh gibi olduğum yere çiviledi. Neden korkuyordu bu insanlar ve geçecek olan neydi? Bir türlü anlayamıyor, akıl erdiremiyordum. Müzik, karanlık notalarının ritmini arttırırken aynı ölçüde güven veren o ses yineledi; 'Korkmayın geçecektir!' Ben yerinde sabit kalmış bir buz parçası gibi halen olayın ne olduğunu çözmeye çalışıyordum.
** İnsanlar… Bu hengâmenin olduğu belirsizlikte insanların bir bir yere düştüklerini, nefes almada sıkıntı yaşadıklarını ve bunun sonucu olarak göğü sarsan çocukların, kadınların, gençlerin, erkeklerin avazlarını işitiyor, vahim hislere kapılıyordum.
Etraftaki birinin ağzından dışarıya doğru yönelen sıcak nefes, başka birinin dişlerine çarpıyordu. Soğuk dağın zirvesinde esen yel gibi burnundan, gözlerinden, boğazından içeriye ta ciğerlerine doğru sızıyordu. Nefes almayı zorlaştıran bu olay da neyin nesiydi?**
Dehşetli müzik ritmini arttırırken, insanlar bir bir yere düşmeye devam ediyor, hayatla irtibatlı oldukları o ince çizgide kaybolup gidiyorlardı. Bu müzik kulak zevki ve haz veren musikiden uzak şekilde, can alan bir yırtıcı kuşun ya da bir kedinin eti bedenden koparan pençesi gibiydi. Bunu anlamakta neden bu kadar geciktiğimi, şimdiye kadar nerede olduğumu, neden belirgin bir şey hatırlayamadığımı anlayamıyordum. Ama şu bir gerçek ki ölümün sıcak ya da soğuk nefesi hepimizin ensesinde kol geziyor, sıradaki insanın canını almak için hiç acele etmiyordu. Yavaş yavaş ama sayısı binleri hayır, hayır yüz binleri bulan rakamlarla can almaya devam ediyor, her seferinde farklı bir insanın anılarını yok ediyordu.
Ritmi sabit olan bu müzik notasının yarı canlı yarı cansız olduğunu öğrendiğimde ise beynime ya bir çivinin saplandığını ya da kalbimin cam parçalarıyla yıkandığını htim. Hâlbuki kalbim hayatla irtibatımı sağlayan candı, kandı.
Soluk alıp vermeyi sağlayan ciğerler bu yarı cansız müzik notasıyla işlevini yerine getiremiyor, pes edip birden bire sönüveriyordu. Bağırışlar dumanlı dağın zirvesine oradan da uçurumların dibine doğru ilerleyip yankı yapıp kulaklarımıza çarpıyordu.
Ciğerler… Ah ciğerler! Sigara dumanı ile kirletilmiş, alkolle yıkanmış, türlü türlü haz veren otlarla tütsülenmiş ciğerler… Dayanamıyor, yankılanan seslerle sönüp kalıyordu.
Kadın, yaşlı, yaşlı kadın; erkek, adam, vurdumduymaz adam, ihtiyarlanmış bedenleri toprak kokusuna karışıyor, yağmurla yıkanıp geriye kalanların sinesine bir taş gibi oturuyordu. Buz tutan çehrelerde sararmış simalar, morarmış cesetler anısı arta kalanlara birer kara tabutu.
Sesler yankılanıyordu uçurum kenarından, dağın zirvesinden, ovalardan, düzlüklerden. Seslere aşina oluyordu kulaklar ölümün soğuk nefesinden. Ve sesler yükseliyordu arşa kirli heveslerinden.
Müzik ritmini artırdıkça daha bir yayılıyor, can alan yarı cansızdan önce çıkardığı yaygarası karşılık buluyordu. Her karşılığı ya bir ihtiyar oluyordu ya da solunum yolu rahatsızlığı olan bir genç. Bu müziğin ritmi insanlara ne kadar vahşet saçıyorsa geriye kalanı için de adeta bir nefes aralığı, hayatla irtibatı kuvvetlendiren bir güzellik oluyordu.
Evet, evet insanlar ölüyordu ama yırtıcılar, otçullar, kuşlar ve balıklar - doğal denge, su ve güneş daha parlak ve daha berraktı. İnsanların unutmuş olduğu güzellikler bir bir çiçek açıyor, kâinatın iğne ucu olan dünya kendini onarıyordu. Ama insanlar, insanlar… Onlar ölüyordu. Dengenin bozulmasına en az ses çıkarmış olan yaşlılar ve vurdumduymaz adamlar. Ölüyorlardı ve onlar öldükçe biz ölüyor, toprak diriliyordu.
Bir ses çınlıyordu zihnimizde, bizleri alaşağı ederek şu cümleyi hatırlatıyordu: ''Ben istemezsem asla yapamazsın.'' Hepimizi gramın 20 milyonda biri ağırlığa sahip olanla baş başa bırakıyordu:''Ben istemezsem asla…''Bu ifade karanlığın karşılık bulması değil, gönüllerin yumuşama sebebiydi belki de… Belki de… Ama henüz değil.
Kalplerimizi dehşetle dolduran, bizleri evlerimize mahkûm kılan, apartman dairelerinde sadece temel ihtiyaçlar için çıkmamıza neden olan, bahçeli evleri olanları ise yolu sadece kenarından izleyebilmesine izin veren bir müzik notasıdır bu. Bunu her millet kendi dilinde bir deyişle dillendiriyor olsa da bilimsel bir ismi var artık. Bu isim o kadar çok kere tekrarlandı ki, artık sadece bir isim değil dumanlı dağların eteğinde çığırtkanlığı yapılan bir müzik notası, bir senfoni şefi, sadece dikenleri olan bir… Bir…. Bir… İsimlendirmeye gerek yok, ismi lazım değil çünkü kim olduğunu bilirsin sen…
Değişiyoruz, bunu müziğin ritim tutan ahengi ile hissedebiliyoruz. Dünya yeni bir evrenin başlangıcında bunu o ses haykırıyor. Çatal dilli bir fısıltı değil bu. Toprak bizi kendisine çağırıyor, kara bulutlar bunun habercisi. Kokusunu alabiliyorsunuz değil mi? Ve tadını ve tabii ki htirdiğini anlayabiliyorsunuz. Öyle olduğunu umuyorum. Ben… Ben hissedebiliyorum yıkım sonrası doğacak şafağı. Sen anlayabiliyorsun aktarılanların mahiyetini. O çözümleyebiliyor hususiyetini. Siz evet, evet siz yakalayabiliyorsunuz. Onlar da görebiliyor bunu. Ama biz… Biz de bundan çok uzak değiliz artık.
Bir ses yankılanıyordu ufukta, kalplerimiz neşeyle dolduran bir ses. Yapabildiği kadar bağırıyor bu ses:''Korkmayın. Evet, korkmayın, geçecektir.''
Mutluluk Kahvesinin Dibe Vuran Telvesi
İçten Külünk
İçinden geçtiğimiz zor ve karanlık günlerin üzerine, yetmezmiş gibi öbek öbek gelen ve işin garip yanı artık hiç de şaşırmadığımız kötülükler, kim bilir kaçıncı hayat sınavımız. Öyle ki değim yerindeyse, "Neresinden tutsak elimizde kalıyor" felsefesinden kurtulmak ister gibi düşünmemek uğruna, kendimizi kişisel uğraşlara verdik.
Nedendir bilmem en popüler olanı; Evde ekmek yapmak.
Baktık yasaklar hafta sonu ev hapsine döndü, kendine güvenen, işi bir tık daha ilerletip, hazır maya devrini kapatarak evde ekşi maya devrini başlattı.
Ve biz, bir tarifimiz tencerede kaynarken, bir diğeri fırında alt üst olurken, bol köpüklü bir yorgunluk kahvesi ile tamamlarız süreci.
Kahvede soluklanma alışkanlığımız, Yaklaşık 16.yüzyılda, Yemen'den, İstanbul'a gelmiş, Osmanlı imparatorluğu içinde uzun yıllar kullanılmış ancak 16.yüzyılın ortalarında kahve ticareti yaygınlaşarak halkla buluşmuş.
Halkın itibar göstermesi ile de kahvehaneler kurulmuş ve toplumda böylece sosyolojik bir değişiklik olarak hayatımıza girmiş. Kahvehaneler, entelektüel sohbetlerin yapıldığı, şair ve yazarların fikir alışverişlerinde bulunduğu, içinde kitaplıkları barındıran ortamlarken; günümüzde çok farklı bir görüntüye bürünmüş olsalar da içlerinde aynı mantıkla hizmet edenleri görmek mümkün.
Bugünün dün'e, dün'ün bugün'e benzediği günlerde, en derin duygu ve düşüncelerimizden sıyrılıp, ruhumuza iyi gelen insanlarla, kır çiçekleri tarlasında kaybolmaya, dalgalı denizlerin maviliğinde huzur bulmaya, bir kafede dostlarla buluşup, sarmaş dolaş sohbet etmeye ne çok ihtiyacımız var.
Velhasıl, böylesi özlemlerdeyiz, sabırlarla birbirimizi telkin ettiğimiz. Hatta öyle ki bazen kendimizi dinlememek için kaçtığımız, basit sorularla bile uğraşmadığımız. Ama her ne olursa olsun kendimizle barışık olmaktan geçer huzurlu olup huzur saçmamız, mutlu olup mutlu etmemiz.
İşte o yüzden birçoğumuz eve kapansak da içimize kapanmamalı ve arada sırada aynaya bakıp sormalıyız gerçeğimizle yüzleşerek.
Bugün nasılsın kendim? Zaman zaman...
1. Kokular içindeki köhne, salaş bir kahvedeki,
2. Kırık dökük fincanda sunulan,
3. Dudaklara acı gelen, bir yudum telve gibi hsem de kendimi..
(ki burada, 1.içimi, 2.dışımı, 3.duygularımı ifade ediyor..)
Hayatın inişli çıkışlı yollarında yürümeye devam etmek zorundayız ama. Hadi gelin önce; buraya ilk defa makale düşmemin onur ve şerefine, az biraz soluklanalım.
"Mutluluk kahvesinin, dibe vuran telvesinde"
Ben de, aranızda olmanın verdiği heyecanla teşekkür edip, fısıldayayım huzurla size,
"Hoş buldum!"
Derd u Devam
Serhat Sönmez
Susmanın da var bir bedeli
Konuşamadıklarımın
Berzah âleminde derin bir sükûtum,
Mahşerim yakın
Susmanın ayrıdır acısı
Penceremden geceye ikinci aydınlık
Bense karanlıkta silinirim
Dil verilmez karanlığa bilirim
Ama şiirler sezerim
Yıldızlarla kazılan sessiz bir göğe.
Oysa okuyamam
Acının körlüğü ezginin sessizliğidir.
Düşlerinde binlerce kelime haykırış...
Teltel düşerken gerçeğine
Sade bir iç çekiş
Zamanın kollarında bir ecel oluşu
Mizansız hesap çekilmesi yüreğine
Susmanın nedir gizi?
Agâh neylesin cehennemi
Susmanın bir başkadır çaresizliği
Kendine başıboş laflar savurmak
Uhrevi ve dünyevi sevda gerek
Yalan; yalan gerek
Sahi vaatler, neyler bu naçar dervişi
Cehennemi cennet, cenneti cehennem
Eden bir vuslattır beklediği
Günah, günah ki eşiğidir cennetimin
Hangi iman saklar ki bu bedeni
Bu mahşeri, gurbetimi?
Lâlım acep ne desem
Susmam uzanır ebede dek
Sevdam sen, gurbetimi sen.
Agâh neylesin hesabı,
Bütün derdi sen.
Korona
Zeynep Sümer
Tedbir bizden takdir Allahtan olsun
Mümkünse evlerden çıkmayın derim
İstemem kimsenin gül yüzü solsun
Mümkünse evlerden çıkmayın derim...
Gün be gün artıyor gidiyor canlar
Halâ anlamıyor bizde insanlar
Dost olan dostunun sözünü dinler
Mümkünse evlerden çıkmayın derim...
Can benim canım demeyin sakın
Kullardan uzak dur Allah'a yakın
Koranaya karşı tavrını takın
Mümkünse evlerden çıkmayın derim...
Neleri aşmadı bu aziz millet
Geldi de gitmedi uğursuz hillet
Herkesi uyarır sağ olsun devlet
Mümkünse evlerden çıkmayın derim...
Kaderde ne varsa o gelir başa
Dışarda virüs var yaşarsan yaşa
İster ağa ol istersen paşa
Mümkünse evlerden çıkmayın derim...
Al benim sözümü yabana atma
Yavan ekmeğine acılar katma
Çıkışta dışarı yan gelip yatma
Mümkünse evlerden çıkmayın derim...
Söylenecek Sözün İmla Kazası
Nazan Yerli
Mevsimi gelmişti gitmelerin
Bir sonbahar sabahı soğuk bir acı
Cam buğulu, haykırır gecenin ağlayışı
Kimse anlamaz dökülür can parçası
Saçının teline dokunan rüzgâr ayazı
Gözlerinde ıssız güneşin karanlık feryadı
Çok uzaktan seyre dalmışım ay sancılı
Hayran kelebeklerin var göğü anımsatıcı
Anlatsam başkaları sana meyle kalkardı
Ben kıyamazdım ağyara selam saklardı
Geçince adın bedbaht kalbim ağır basardı
Benimki de boyundan büyük sevgi can kırdı
Attığım dilekler aguşumda buluşmuş duası
Bir sözün kalbime mühür damlatmış destansı
Topladığım güller benden diken saklamış kanlı
Buz kesmiş ayaklarıyla geriye basmalı
Arkasına bakmadan hasret kaplamış anı
Ve söylenecek sözün imla kazası
Böyle yazmış kader yapboz tahtası
Mevsim bahardı bırakıp giden bir yâr sancısı
Uzaktan bakmak haktı, yakınlık mubahtı
Yağmurun şahitliği topraktan bayağı tuhaftı
Bir hoşça kalı göz bebekleriyle anlattı
Heyhat bekleyiş gönülde ezelden imzalı
İç çeksem ağlar mı Sipandağları
İçim umman dışım Dicle Fırat'a karşı
Beklemek denizde acı çeken kaya parçası
Beklemem gözümde siyah beyaz zehir sancı
Geçen günler uykusuz yıldız karasıydı
Karanlığa mahkûm darağacında asılı
Güven morfolojisi sözün kaçıncı satırındaydı
Şimdi ıslanan kirpikler cennet katındaydı.
Ellerim Var Benim
Erdinç Yıldırımçakar
Ellerim var benim
Sana uzanamayacak kadar
Zayıf, işe yaramaz, kudretsiz
Uç uca ekli dizelerim var benim
Sana ulaşabilecek bir halat gibi
Oysa dizelerim de güçsüz, kifayetsiz
Sesine susamış kulaklarım var benim
Kuşların sesini dinler, senmiş gibi
İşte o kadar alçak, sağır, densiz
Gözlerim var benim
Seyre dalar seni yıldızmışsın gibi
Bir hükümdar kadar asil, minnetsiz
İçinde sen olan rüyalarım var benim
Seni senden götürüyormuş gibi
Sevmek yeniden, hep benzersiz
Bir kalbin var senin
İkimizi de yaşatan bir yuva gibi
"Kudret" ki onu tarife kudretsiz.
Van Balığı
Erdal Güvener
Van'ın denizinde yaşar
Bütün engelleri aşar
Ona hayran herkes şaşar
Uçar gider Van Balığı
Neslini devamdır derdi
Yavrusun bırakır kendi
Nerde görse balık bendi
Yolun alır Van Balığı
Ona sahip çıkmalıyız
Engelleri yıkmalıyız
Yasaklara uymalıyız
Hep yaşasın Van Balığı
Şehrimizin değeridir
Yaradanın eseridir
Tadı adından bellidir
Faydalıdır Van Balığı
Adın almış atamızdan
Onlar göçtü aramızdan
Bize miras dedemizden
Kalır gider Van Balığı