İnsaniye ya da Hümanizm

Mehmet Bedri Gültekin yazdı...

Batılıların Doğu’ya bakışı, 19. yüzyılla birlikte değişmeye başladı. O güne kadar İslam uygarlığına ve Çin’e olan hayranlık ölçüsündeki bakış; adım adım yerini Batı merkezli ve kendileri dışında olanı yok sayan bir tarih anlayışına bıraktı. Elbette kendilerine de bir geçmiş lazımdı. Gerçekte Mezopotamya, Mısır ve Anadolu uygarlıklarının bir uzantısı olan antik Yunan ve Roma uygarlıkları bilinçli olarak köklerinden koparıldı, “tarihin başlangıcı” haline getirildi. Kendileri de tarihin en başında bulunan ve “Batı”ya ait olan bu uygarlıkların mirasçılarıydılar(!)

Dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan halklar ise uygarlık yaratabilme yeteneğine sahip değildiler! Geçmişte yarattıkları kayda değer bir şey yoktu ve şimdi Batılıların sömürgesi haline gelmeleri bundan dolayı kaçınılmazdı

Hümanizm nedir?

Aynı şekilde bir felsefi akım olarak Hümanizmin de Batı’da ortaya çıktığı ve bütün dünyaya sonraki yüzyıllarda Batı’dan yayıldığı görüşü hala eğitim kurumlarında veya konu ile ilgili makale ve yazılarda işlenir. 8 – 14 yüzyıl İslam uygarlığını biraz yakından inceleyen herkes bunun böyle olmadığını görecektir.

Hümanizm, en genel tanımıyla insanların doğuştan eşit haklara sahip olduğu, insana saygı gösterilmesi, insan sevgisinin temel alınması ve bütün insanların, insanca yaşama koşullarına kavuşması için çaba göstermeyi olumlayan, esas alan bir dünya görüşüdür. İnsan aklını, temel ahlak kurallarını temel alır, batıl ve doğaüstü inançları red eder.

Hümanizmin başlangıcı olarak 14. Yüzyıl İtalya’sı gösterilir. Dante, Giovanni Boccacio (İtalya); François Rabeals, Ronsard, Montaigne (Fransa), Cervantes (İspanya), Shakespeare, Thomas More (İngiltere), Erasmus (Holanda) bu düşünce akımının önde gelen temsilcileri olarak bilinir.

Ama gerçekten de insanlık, Hümanizm olarak tanımlanan görüşlerle, 14. Yüzyıl sonrasında Avrupa’da mı tanıştı?

İnsaniye

14. yüzyıl öncesinde İslam uygarlığında bu konuda neler yazıldı, savunuldu, neyin mücadelesi verildi; çok uzun boylu bir araştırma yapmaya gerek yok. Anadolu’nun 13. yüzyıldaki büyük düşünürü Yunus Emre’nin şiirlerinde dile getirilen görüşlere bakmak bile Avrupa merkezli iddiaların gerçekliği yansıtmadığı anlaşılır. Ve hiç şüphe yok önceki yüzyıllarda gerek Anadolu’da gerekse Horasan başta olmak üzere İslam dünyasının başka coğrafyalarında Yunus Emre’nin öncülleri vardı.  Farabi, Razi, Biruni, Ravendi gibi düşünürler IX. ve XV. Yüzyıl arasında yaşanan İslam aydınlanmasının ilk temsilcileri olarak alınabilir.

“Hümanizm” sözcüğü, insanı merkeze alan bir felsefi akımın adı olarak Batı’da ilk defa XIX. yüzyılda kullanıldı. Oysa İslam dünyasında IX. yüzyıldan itibaren daha sonra Batılıların “Hümanizm” adını verdikleri felsefi akım, “İnsaniye” olarak kaynaklarda geçer. Yani tam bin yıl önce… (Şahin Filiz, 2014)

Günümüz Türkçesinde de yaşamaya devam eden “insaniyet” sözcüğünün aynı anlamda kullanıldığını biliyoruz.

Başlıbaşına bu olgu bile Şikago üniversitesinden bilim adamı Joel L. Kraemer’in (1933 – 2018)  “eğer IX. ve X. yy İslam Rönesansı olmasaydı XII. yy. Avrupa Rönesansı olmazdı” şeklindeki tespitinin ne kadar doğru olduğunu kanıtlar.

Yunus Emre

Şimdi biz Yunus Emre’yi dinleyelim:

Bir kez Gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil

 

Yetmiş iki millete / Birlig ile bakmayan

Şerile Evliyasa / Hakikatte asidür.

(Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı, tenkitli metin, s.43)

 

Kimseye hor bakmagıl / Hergiz Gönül yıkmagıl

Yetmiş iki millet / Hep dervişin yeri gerek

(Ahmet Sevgi, Yeniçağ, 15 Nisan 2020)

 

Yetmiş iki millete / suçum budur hak dedim

Korku hıyanetedir / Ya ben niçin kızaram

(Diyanet dergisi, Diyanet gov.tr)

Yunus Emre bu görüşlerinde yalnız değildir. 13. yüzyıldan başlayarak Anadolu Aleviliğine damgasını vurmuş bütün düşünür ve ozanlar aynı görüşleri işlemişlerdir. Hacı Bektaşı Veli’nin “Ne arasan kendinde ara / Mekke’de, Kudüs’te, Hacda değildir” dizelerinde ifade edilen görüş, insanı merkeze alan bir dünya görüşüdür. 15. Yüzyılda yaşamış olan Muhyeddin Abdal’ın şu dizeleri sanki Yunus tarafından söylenmiş gibidir:

Gözet ol gelmişi /Kaldır düşüp kalmışı

Hoş tut yaradılmışı / Yaradandan ötürü

12 bin yıllık miras

Yunus Emreler, Horasan kökenli Kalenderilik ile Irak kökenli Melamilik (İbnül Arabi), ve Vefailik gibi Sufi akımların Anadolu’ya yansımalarının ürünleridir.  Ama bu kaynaklara işaret etmek, Yunus Emreleri tam olarak anlatmaz. Hattuşa’dan Çatalhöyüklere, Çayönü’lerden Göbeklitepelere uzanan 12 bin yıllık geçmişiyle Anadolu, eşsiz bir kaynaktır. Ve elbette Anadolu’yu Suriye, İran, Irak coğrafyası ile yani Batı Asya ile birlikte düşünmek gerekir.

İslamiyet öncesinde Anadolu’nun hakim dini inancı olan Hristiyanlık içindeki muhalif akımlar da aynı şekilde Anadolu’da XII. yüzyıl sonrasında adım adım şekillenen aydınlanmada etkili olan kaynaklar arasında sayılabilir.

Günümüz insanlığının ideolojik, siyasi, kültürel şekillenişinde, dünyanın her tarafında yaşayan insan topluluklarının payı oldu. Ama elbette ki, ilk hayvanın evcilleştirildiği, ilk tohumun ekildiği, ilk tekerin döndüğü, ilk yazının kullanıldığı, ilk siyasal örgütlenmenin gerçekleştiği “Kaybolan Cennet”in tarihsel mekânı ve o “Kaybolan Cennet”i yeniden bulmak için verilen mücadelelerin çokça yaşandığı Anadolu’nun, Batı Asya’nın payı, insanlığın bu tarihi gelişimindeki yeri özeldir.

Anadolu’nun merkezinde olduğu Batı Asya, aynı zamanda Hümanizmin (insaniyetliğin) de anavatanıdır.

 

 

 

Bakmadan Geçme