Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri


ESKİ VAN EVLERİ

NAZMİ SARAÇOĞLU

Tahta kapısında zırza çürümüş,

Damını ayrışık otlar bürümüş,

Kim bilir içinde kimler yürümüş

Şimdi yalnızlığı yaşar Van Evi

Şoratanı kurumuş, kaybolmuş loğu

Duvarları gitmiş, yıkılmış çoğu

Müteahhitler almış kalan boşluğu

Bir kata karşılık gitmiş Van Evi

Mertekler kırık, kamışlar sarkmış

Bir zamanlar ev imiş hemi de barğmış

Bahçeyi sulayan o eski arğlar gitmiş

Sararmış bahçede kalmış Van Evi

Tandırı yıkılmış küvle kalmamış

Bığrısi kaç yıldır duman görmemiş

Möhre duvarından eser kalmamış

Kerpiç kerpiç dökülmüş eski Van Evi

Şipanası çökmüş, tokmağı kayıp

Ayıp ettik onlara, hem de çok ayıp

Kalanları şimdi parmakla sayıp

Bir eli geçmiyor eski Van Evi

Kuyusu kurumuş, dibek kırılmış

Duvarı çatlayıp, orta yarılmış

Üstüne betondan katlar çıkılmış

Betondan bir mezar olmuş Van Evi

EFKÂRLİYİM

ORHAN DOĞAN

Bir kaçak sar dostum

Sarı tütünden olsun

İnsin garip ciğerime

Efkârlıyım bu akşam

Sıra dışı hayallerime

Tutuklu bu yüreğime

Faili meçhul sevgime

İçeyim ben bu akşam

Topla eskimişleri

Valizlere sığdırıp

Evde ne var hepsini

Eskiciye ver bu akşam.

VAN’IM

EZGİ NİLAY BEYİŞ

Sokaklarım tenhadır ve mavidir bir yanım

köşe, bucaklarıma sığınmış renkli gözlü kedilerim

doruklarına beyaz örtüler serilmiş Artos'um

martılarla yaşayan, onunla nefes alan adalarım

Efsanelerim, destanlarım saklıdır her bir yanında

tarlaların  sarı başaklar yükselir, deniz kokarım

mavinin ortasında kaybolurken gözleri gencin

Çatak'ta ceviz ağaçları altında oturmaktayım

Bir selvi başında durur, ses çıkarmadan, telaşlı

derenin kıyısında oturur beklerken gözleri sevdiğini

sessizce sağa sola çevrilir başı, ben, sessizce akan dere

izler beni, dokunurum onun ruhuna, sessizce

Bazen acı kokarım, Zilan’ımla kanarım

ruhuma dokunan her şeyi; toplar atarım Van Gölü'ne 

Çarpanak' ta, Adır' da martılar uçuşur üstümde

Ahtamar sevgilisiz, ben âşık, kalmışım biçare

Bereketli topraklarım, her bahar akan sularım

kışım, karım, ayazım, yeşilim, nevrozum

Bediüzzaman'ın şehriyim, dualarla anılır adım

Emrah ile Selvihan'ın aşkıyım, kaçaklardan

Süphan'ın ardından görülen gün batımıyım

dağlarım engebelidir, serttir doruklarım

en sevdiğim keledoş'um, kahvaltım, Van'ım

yine uçuşur martılar arasında mavilerin

onlar türkü söyler, ben türkü kokarım…

SEVGİ BU

SAİME ÇATALÇEKİÇ

Sevgi ne demek bilir misin

pervasızca, hesapsızca olandır

ben öyle bilirim sevgiyi, çıkarsızca

Ya sen nasıl bilirdin, yalanla mı

acaba nedir, nasıl mıdır, diye mi

inanmamakla mı bilirsin

Ben bilirim aşkı

bir bakış için ömür verilir

hiç sorgulamadan,

anlamadan gönül verilir

günahınla sevabınla o kişi sevilir

Bizim köydeki aşklar

nasıldır bilir misin,

Leyla Mecnun, Ferhat Şirin gibi

Aslı ile Kerem misalidir

hesapsızca kusursuzca

kalbe girendir sevgi.

KAYBETTİM

SAİD CUDİ

Ne kuşluk vakitlerinde huzur var

ne gecenin kasvetli duyguları

gerçek sevenlerin zindanı bu diyar

ben kendimi bende kaybettim

Karanlıktan ibaret, Kestel akşamları

yıldızdan yoksun geceler

ruhuma tesir etmiyor seher rüzgarları

ben masum sevinçlerimi kaybettim

Sevdalar, şiirlere sürgün edildi

sevenler, aşk ateşinde darbelendi

duruverdi zaman, vuslat takvimi ertelendi

ben mukaddes ülkemi kaybettim

Çarmıha gerildi, güzelliklerin cümlesi

kavi bir zindan oldu, İrem’in sahte bahçesi

kurudu artık, Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi

kederliyim, sevgilinin gülüşünü kaybettim

Her kalp bir keşke ile yaşar, amansız

ve aşk hançerinin kestiği görünmez yaralar

hüzün yağmuru yağar kalplere, zamansız

her tanesi bir hikaye misali gözdeki damlalar

ağlamaklıyım, sinemde yeşeren gülleri kaybettim.

PAPATYALARI SEVMELİSİNİZ, ŞAİRLER!

MUSTAFA IŞIK

-Bak ki anlayasın, gör ki tanıyasın.

Şair sözün şahı, padişahıdır. İçinde yaşadığı toplumun aydını, öncülüsü ve sancılısıdır. Düşünen, güzel söz söyleyen ve sözü dinlenen bir kişi olarak kabul ve saygı görür her vakit.

Şair yaşadığı dünyayı, olayları ve insanları herkesten farklı algılayandır. Herkesin aynada gördüğünü duvarda görmeye muktedir olandır. Yaşamaya alışmayandır, dünyaya yabanî kalandır. Şairlik kabiliyeti, Allah’ın seçtiği

kullarına bahşettiği altıncı histir.Şair toplumun vicdanı ve çağının tanığıdır. Ruhunda hep başkaldırı vardır. Uysal değildir. Uysallaştığı an şair olmaktan çıkar. Sorgulayan, eleştiren, bir tavrı olmalıdır şairin. Ama bunu yaparken didaktik söylemi benimsemez.Ucuz, kuru, sığ ve kör bakış onun üslûbu değildir.

“Ayna sandım şiiri.”diyen söz erbabına hak vermemek mümkün mü? Ayna tutandır şair ama aynayı da tutarken herkesin o ayanda gördüğünü duvarda da görebilendir.Şair Eşref´e sormuşlar:

“Neden şiirlerinizde hedefinizi belirtmiyorsunuz?” “Çünkü” demiş, “Ben şiirlerimi numarasız gözlüklere benzetiyorum. Her takan kişiye uymaları için.”

Kelimelere yüklenecek anlamda şairi etkileyen etkenler de çok önemlidir. Kelimeleri bulacak kişi şair, ama anlamlandıracak ise okurdur.

“Ey şairi kelâmdan yaratan Rabbim!

Kaldır cehennemini kaleminle yak bizi…”

Ölümsüzlüğün peşinde koşan, sonuçta ölecek olan Gılgamış’tır. Bir iksir ustasıdır şair, ölümsüzlük iksiri olan  ‘Aşk’ı bulmanın gayretindedir. Hüznün, dertlerin, sıkıntıların kararttığı gecede kelimelerin fitilini yakmaya gayretli bir ışık ustasıdır. Gizli sırları aşikâr eden delidir O.

Delirmemek için sığınır kelimelere şair. Yoksa aklı başında biri koca dağa omuz veremez. Şair yazdıklarını yaşayarak, tadarak yazar. Yazdığı her kelimenin acısını yüreğinin derinliklerinde hisseder.

“Ey şair! Kulak asma sevgisine sen halkın,”der, Puşkin.

Bundandır ki şair, menzili olmayan muhacirdir. Tek başına göğüs gerer dünyanın hengâmesine ve yalnız yürür yüreğinin onu götürdüğü yere. Kanlı gömleğiyle kuyuda bir Yusuf’tur şair ve varı yoğu diline batan kelimelerin kılçığıdır. Biraz da kuş terbiyecilerine özenir. Payına düşen mülksüzlüktür ve kanat taktırdığı kelimeleriyle diyar diyar gezer. Bilinmeyen onca ülke dolaşır, onca güzelliğin tutkunu olur ama sonunda eli boş yüzü kara döner meydana.

Biraz deli cesaretidir ondaki biraz da çocuk safiyeti.Kendi kendine konuşanı az değildir onların. Platon’un, şairleri ‘yalancılar güruhu’ olarak tanımlamasından beri sözlerindeki hakikat olgusu hep tartışıla gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim’in “Şairlere gelince onlara sapıklaruyar.”(Şuara-224) ve “Biz ona şiir öğretmedik. Zaten gerekmezdi.”(Yasin-69) ayetlerinde de görülen durum ile Hz. Muhammed’in (sav) sırtındaki hırkayı şaire hediye etmesi arasındaki denklemin şifrelerini çözme çabası o günkü Arap toplumunun gerçekliğinden hareketle mümkün olur.

Sıra dışıdır şair, arızalıdır. Şair gönlüyle konuşandır daha çok. Duyan, hisseden ve sezinleyendir. Onun en yakın dostu mısralardır. Şairin yaratma sezgisinin temelinde anlaşılmama ve anlatamama algısı yatmaktadır. Arayış en büyük sığınağıdır o iflah olmaz ruhun.

Onun yalnızlığı kendinedir, leyla yanındayken bile ben leylayı istiyorum seni değil, diyen Mecnûn’dan farkı yoktur. Ama ne olur onları tamamen de duyarsız sanmayın. Aslında o, sabah doğudan çıkan güneş gibidir. Işığın ilk yansıması ile eşya üzerindeki muğlaklığı giderdiği gibi, şair de kelimeye verdiği ruhla eşyaya da yepyeni bir şekil vermiştir ve ona yeni anlam kazandırmıştır. Herkesin aynada gördüğünü onunla duvarda görmüştür.

“Şair, ırmakta altın arayan bir işçiye benzer,”der, Mayakovski.

Evet, sürekli arayış içindedir. Ama gururu sarsıcıdır onun, çehresi hep dalgalıdır. İfrat tefrit dengesini kurma noktasında güvenilmez onlara. Takıntıları hesapsızdır. İmgelerle imajlarla süslü kelimeleriyle yalanlar uydururlar, bu yalanlara ilk önce kendilerini inandırırlar. İnsanları çok severler, insanlığın mutlu olması için gayre ederler ama ne kendilerini mutlu etmeyi başarırlar ne de aileleriyle yeterince zaman geçirebilirler.

Geçmişle gelecek arasında köprüdür onlar. Kulaklarına ezanla, salâyla birlikte ilham perisinin nefesi de üflenir. Memeden emdikleri ilk sütün sıcaklığıyla birlikte anne sesindeki tatlı sedalı ninniler de onların ilk şiirleri olur. Elleri kalem, dilleri kelâm tuttuktan sonra artık kimse susturamaz onları.

Ama onlara sadece ilham perisinin sırrı yetmez. Emek lazım; emek de ekmek kadar elzemdir. Aşk lazım, bir kâse bade ile sunulan ay yüzün parlaklığında. Kendilerinden önce yazılan şiirleri, şairleri bilirler, iyi öğrenirler ama çabuk unuturlar. Unuturlar ki kendi rüzgârlarına esecek bir vadi bulabilsinler.

Şiir yazmak için ustasından icazet almaya giden şaire, eski şairlerin yazdığı bin şiiri ezberlemeye karşılık şiir yazmaya izin verebileceğini söyler usta. Bin şiir ezberlenir,ustanın huzuruna çıkılır ve bin şiir ezberden okunur. Âmâ yine yetmez. Yeni istek, o bin şiirin unutulmasıdır. Unutulur ve şiir yazmaya icazeti almayı başarır çırak şair.    Şair, şiiri yazarken bulunduğu çevrede, yaşadığı sosyal gerçeklikle, bu ruh hâlinden sıyrılamaz. Şairler, sezgileri ve duyargaları en güçlü olan kişilerdir. Çevrelerinde olan bitende bihaber olmaları beklenemez. Şair, yazdıklarıyla kanayan yanımıza/yaramıza merhem olmak ister. Çünkü yaralar kaşımakla iyileşmiyor.

Bir yoksulun, unutulmuş bir ötekinin veya örselenmiş bir çocuksu yüreğin çığlığına sağır kalmak şaire yaraşır bir tutum değildir. Yaşadığınız ülke/yeryüzü gün geçtikçe bir yangın yerine dönüştürülürken, şiirlerinizde sadece gündelik sıradan şeylerden bahsetmeniz ahlaki açıdan da doğru bir tavır değildir.

Yazdıklarımla kanayan yanlarımıza/yaralarımıza merhem olmak istiyorum belki de. Çünkü yaralar kaşımakla iyileşmiyor...

Onlardır ki her gün ölülerin Azrail’e selâm duruşuna alkış tutarlar, şair kelâmının her kaleme yâren olamayacağını bildikleri hâlde... Bilirim, gözyaşlarımız eşlik edecek adımlarımıza, eyşair! Ne elimizden tutan olur o vakit ne de papatya kokusu sinmiş yüreklerimizi öpmeye uzanacak bir gül destesi. Bilir şair, insanoğlunun tuhaflığını.

Kimi zaman zindanda bile hürken kimi zaman da malayanî şeylere esir olmaktan bahtiyar olur, âdemoğlu. Yele yüreğini teslim edene mi kızarsın, çilesini boynuna dolanana mı? Ama nefes alıyorsa özgürlüğüne şahit kılar dağı taşı, kimse engelleyemez bunu, ey papatya kokusu, haydi, sin şairin göğsüne.

Huzur, sımsıkı tutunduğun umutlarda, içinin gizli gizli ağlar yanını verir, geçen zamanın hesabını, ey şair! Dudaklarını aralasam sanki uçup gidecek papatya kokulu kelebekler, ansızın kondukları omuzlarından. Nasıl çıkayım ben bu işin içinde, nasıl ereyim dökülen bir yaprağın toprağa baş koyma huzuruna.

Papatyaları sevmelisiniz, şairler! Papatya kokulu kadınları da... Onlara yazmalısınız en güzel şiirlerinizi. Sazın tellerine onların hüzünlerini dolandırmalısınız. Mızrabın ucuna gözlerinizdeki karalığı sürmelisiniz. Gül damlamalı her taşın değdiği alnın kızıl terinde. Irmaklar denize kavuşurken şairlerin sözüyle kondurmalı ilk buselerini.

Hayata ve umuda sımsıkı sarılmalıdır insan, şair suskunluğudur yağmur sonrası gökte yedi renk kuşak. Desem ki gökteki bulutun yükü benim kederimdir, kim inanır.

Ah! Beni papatya koklarına sarın, şiirin satırlarına, seherin serinliğine, saçlarının karasına. Zamanın soğuk yüzüne dayanmış yüzümü alın, ısıtın avuçlarınızda. Papatya kokularıyla yıkayın kırgınlığımı. Bil ki ey şair! Soluk alışlarımı papatya kokulu kadının gidişine adamışım. Papatya kokularını armağan edene vereceğim yüreğimi.

Ben ki yâr için yara sevdalı bir nârayım. Denizin dalgalarının ucunda toplamaya kalktığın bir avuç köpük, katarından ayrı düşmüş yol bilmez ürkek üveyik. Taşların suskun kalbinin çıplak soğukluğu... En çok hazanın hüznü yakışır yüzüme, bir de annemin muska diye boynuma astığı papatya kurusu. Seni düşündükçe hayatın sırrı çözülür, kendimi bir dervişin selâmına salar, kadîm bir kavmin duası gibi yürekten yüreğe dolarım, dilden dile dökülürüm. Şiirin olurum, sesin, nefesin...

Dağları ve yıldızları saymaktan yorulur ayaklarım. Kırık ayağıyla geceyi kutsayan doru at gibi, hazanı düşlerken acı çeken papatyalar gibi ve en ağır uykusunu evladına bağışlayan anne gibi. Bir çocuğun masumiyetine sarın gülüşümü, papatya seven bir şairim. Yorganım gökyüzü olsa da, saçlarının arasına kuş kondurmaya niyaz ederim ki; bu umutsuz yolculuğun azabından kurtarsın beni sözlerin. Şiir diye dudaklarınıza papatya kokularını sürün.

-Bütün arayışımız ışığaydı şüphesiz

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme