Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri


GİLDA

ARZU ALPDEĞER

Gidiyorum Gilda

bu sefer arkama bakmayacağım

koca yeşil tesbihimi de aldım

yaşlarını sildiğin mendilleri de

ağlıyor musun diye bakmayacağım

Ağlıyorsun, gözlerinin buharı yayılıyor etrafa

nasipleniyor bütün kuşlar

bilirsin dayanamam ağlamana

geri döner sarılırım sana

dokunurum Eylül’ün acımasız bir sabahında

soluğumsuz kalmış

kızarmış yanaklarına dokunur ve ölürüm

eylül de ölür, kuşlar da ölür, yağmurlar da

ne elime el derim, ne cansız bedenime gülerim

ne de senden giderim bir daha

ama gidiyorum

ne Süphan var karşımda ne de Nemrut

yollar uzandı yamuk ayaklarıma

sular çekildi

Ah Gilda, ceketimin yakaları sarkmış

gömleğimin düğmeleri intihar ediyor arka arkaya

oysa Allah biliyor, hâlâ seviyorum seni

yoruluyorum ıslak ıslak

yorulurken bir kere daha seviyorum seni

ve bir kere daha kızıyorum kendime

kınıyorum kalbimi

yırtıp atmak istiyorum içinde kol gezdiğin defterimi

dürmek istiyorum bu sevimsiz çileyi

Yarana merhemin var senin

elinden tutan

ben dışarıda bir selvinin uzak kalmış dalıyım

yağmurlar hep beni ıslatır

dolular yakar canımı

kar da küskün sakallarımı yalar

yağar üzerime şebnemler

sisler de beni saklar

sen iyisin Gilda

bir soğanın iki yarısıydı sevdamız

ağlardı yavrumuza dokunan eller

yürüyorum Gilda, yürürken üşüyorum

düşünürken, nefes alırken

Hep üşüyorum, bir eksiklik var biliyorum

yok dün geceki masumluğumuz

bir eksiklik ki adı seninle başlayan

bir yalnızlık ki artık hiçbir kıvrımında senin olmadığın

bir feryat ki gerisini erimiş bedenin taşıdığı

bir garip yüreğin, hadsiz bir mürekkebi ki

gittiği her yere ağlayarak

adını, kör, duygusuz surlara, dağlara

bıkıp usanmadan yazan

şimendiferin sesi geliyor

duyuyor musun Gilda?

emanetlerim, umutlarım, hayallerim

hepsi ölmüş avucumda

sıska yumruğumda

tenha bir yere inip, vuracağım

yarısını kayalara, yarısını da fezaya

Gidiyorum, sen kal

esmer tenli, mavi gözlü

yaprakları sararmış

kirpikleri baldıran tadında

aşk masalı Gilda.

BETER OLAYDIM

EFDAL PETEK

Öyle bir kudrete kuvvete erip

Dünyada her yere yeter olaydım

Cehaleti kökten yıkıp devirip

Sonsuz bir boşluğa iter olaydım

Dünyada düzeni yeniden kurup

Aşk ile yoğurup sevgiyle karıp

Nerde ne dert varsa sırtıma sarıp

Gidip bir ıssızda yiter olaydım

 İstemem yaşayım kâr'ın içinde

Servetin şöhretin varın içinde

Garip bülbül gibi zâr'ın içinde

Virane bağlarda öter olaydım

Meydan vermeyip de hiçbir savaşa

Kanlar döktürmeyip gardaş gardaşa

Nerde bir hal gelse gariban başa

Hızır gibi orda biter olaydım

Efdal'ım dileğim yanmasın canlar

Dünya malı için akmasın kanlar

Şad olup gezeydi bütün insanlar

Ben iki cihanda beter olaydım.

BOĞAZINDA DÜĞÜMLENEN

EZGİ NİLAY BEYİŞ

Bazen ağır gelir insana

boğazında düğümlenenler

konuşursan dilin dönmez,

çıkmaz sesin

ve sessizce sessizleşirsin

İçinde fırtınalar kopar

söylemek istesen söyleyemez

anlatmak istesen anlatamazsın

boğazında düğümlenenler

yalnızca yük olmuştur sana

Bazen güçleştirir nefes almanı bile

belki seçemezsin kelimeleri

içinde kasırgalar kopar belki

ama sen, yine de susarsın

Kilitlenmiştir ağzın

düğümlenmiştir boğazın

sen zaten yüklenmişsindir o yükü

zihnini kurcalamakta

canını sıkmaktadır

Geçicidir her şey gibi ama sen

yine de beklersin

kimse sesini duymasa bile

sessizliğini duyabilecek birini ararsın

Yine yüklenmiştir yükü kalbin

yine zihninde şimşekler çakmakta

ya sen sessizce oturup bekleyeceksin

ya da kalemi alıp satırlara dökeceksin

yüreğine yüklediğin

sessizliğine sakladığın öfkeni...

KALBİMİN DÜŞTÜĞÜ YER

İHSAN SAKA

Ne acılar anlatabilir seni

ne de sen acıları

kalbimin düştüğü yerde

sen bulabilirsin yankısını

bir bakışın rüya kadar olsa bile

gerçek sayıyorum aşkımızı

Sahi aşk neydi?

sonunu bile bile ateşe atılmak mı?

yoksa o sona ateş olmak mı?

Hayalini kurduğum güzelliğine,

aşkı yerleştirip sevdiğimi mi sanıyorum?

yoksa seni sevdiğimi mi

bilemiyorum?

Karanfil kokulu, ömür bakışlı

hasret dolu isminle bak bana

seni hep uzaklarda sevdim

ne yıldızlara sordum seni

ne de aya...

Zaten soramazdım da

seni hep kalbimde aradım

gökteki yıldızlar aşkımızdan

anlayamazdılar

zaten anlamadılar da sevgilm

anlamadılar...

                                      

MECRÛH

MURAT AKKOYUN

Su sesi durgun ve mahzun

birikmiş heybesinde, yorgun

akmaz, sonu olmayan bir yol

kuru bütün havzalar

Bütün bu arayış kervanları

bir atın yükü kadar ağır

tükenmiş nal sesleri

uzaktan duyulur haykırışları

Dur duraksız tepeler

yol çizer rehbersiz

son durak bellidir

sesi duyulmaz arayışlar

rahmete tövbe etmiş bulutlar

Bahara ne hacet

son damla ne zaman düştü

bir yağmur tanesine hasret

dert bahçesinin ötmez bülbülü

ıhlamur çiçeğinin imtihanı

Gülden gelen, güzde biter

sararıp gider, kabre ne lüzum.

YEŞEREN UMUT

SERVET ÖZAKAN

Göklerin derinliğinde kayboldum

Boğuldum gözlerinin yüksekliğinde

Dökülüyor teker teker bulutlarla

Senin cennetten topladığın

Çeyiz umutların suyun yüzünde

Bir harman varsa korkarım

Ya orda kapitalist düzende

Öğütülen emeğin varsa yutulan

Bir gülüşünle alırsın alın terini

Umut bekleyen işçinin şimdi

Senin alnında aydınlık

Aksi düşüyor gözlerinin şimdi

Göklerin ve denizin rengine

Umutlar renkleniyor emekle

Senin hayallerin zihinde çiçek

Şimdi bir umut sineması zaman

Akışına her zaman yeniden bak

Tekrarlanıyor umudun renginde.

GİTME

TÜLAY TOK

Ahh bee sevdam..

Eylül'e merhaba derken,

seni uğurlamak da neden?

"iki günde alışırsın" diyorsun...

Nafile!Ne yüreğim alışır,

ne de gözlerim yokluğuna

gözyaşlarımla bezendi

uğruna kaleme aldığım satırlar,

şiirlerim öksüz, şiirlerim yetim kalır gitme!

Su mu serpsem gidişinin ardından

"tez gelesin" diye

dualarım her zaman,

mutluluğun, huzurun için bilirsin!

vazgeçer miyim, senle olan düşlerimden

Hayallerimden... geçemem...

Senle olan ne varsa sende kalır,

aklım, kalbim, sevgim, aşkım,   duygularım

alıp gideceksin şimdi bütün bunları

Gidebilecek misin gerçekten?

ahh Eylül sen ne yaptın?

sarı yaprakların arasında şimdi tüm

renkler gri...

Gitme güzel güzel adam,  gitme...!

CAM KENARI

BÜŞRA KOÇAK

En son buraya ne zaman gelmiştim hatırlamıyorum. Ayaklarım beni buraya getirdi. Bilinçli miyim yoksa tamamen bilinçsiz mi bilmiyorum. Sana vereceklerimi avuçlarımın arasında sımsıkı tutuyorum. Sen kapıyı aralayıp dışarı çıkıyorsun. Bana bakıyorsun, zaman duruyor, an donuklaşıyor. Bir tek sen hareket ediyorsun. Beni gördün, görünmek için ilk defa çaba göstermedim ve sen beni gördün. Karşımdasın, ellerin, yüzün, kalbin her şeyinle bir kol mesafesinde bana bakıyorsun. Birkaç kelime bir şey söylemek istiyorum. Gelmeden önce yüzlerce kez prova yapmıştım. Beynimde binlerce kelime dolaşıyor. Birini tutup çekip başlamak istiyorum ama olmuyor. Sanki boğazıma diziliyor tüm kelimeler,  sesler.

Avuçlarımı açıp ellerimi uzatıyorum sana. Şaşkın şaşkın bakıyorsun avucumun içinde duran  anlam veremediğin taşlara. Sarı, yeşil, kırmızı , siyah boyutları birbirinden farklı küçük çakıl taşlarına. Ellerine bırakıyorum , avuçlarımın içi boşalır boşalmaz üşüyor. Sen hala beni süzüyorsun ortadaki bu garipliği anlamaya çalışır gibi.

İlk ve son kez sana bakar gibiyim. İlk ve son kez sana bir şey verir gibi. İlk ve son kez beni görmüşsün gibiyim. İlk ve son kez üşüyor gibi ellerim.

Şimdi aklımda uzun süredir asılı duran o cümleyi, okumayı yeni sökmüş bir çocuk gibi heceleyerek söylüyorum: "Uzun zamandır buradaydım, bekledim, görünmez miyim diye şüphelendim. Bu taşlar senin. Yedi yaşında bana vermiştin." Sen hiçbir şey söylemeden döndün gittin.

Aşkın tek taraflı olduğunu o gün anlamıştım. Aşk iki kişilik bir şey değildi. Yolculuk belki iki kişilikti ama tek taraflı ve cam kenarıydı. Üzerine en çok şiir, roman, hikaye yazılan konudur aşk. Geceleri bizi en çok uyutmayan, ağlatan. Tüm dertlere rağmen en büyük derdimiz olan. Huzurumuzu kaçıran, rahatımızı bozan. İçimizi içimize sığdırmayan. Herkesin ortak derdidir. Yoksulun da zenginin de, iyinin de gönlündedir kötünün de.

Bir zamanlar sımsıkı tuttuğum çakıl taşlarını bıraktım. Ellerim boş ve özgür. Sıcak değil biraz üşüyor. Yolculuk bitmek üzere ama manzara gözümde tütüyor.

ŞEHİR VE KAR

İSMET KANBER

Kuş tüyünde uyuyanların düşleri, toprakta uyuyanlarınkinden daha güzel değildir.    Halil Cibran                   

Toprağın suyla hatıraları vardır. Denizin dalgayla, bulutların yağmurla; dağların karla hatıraları vardır. Evimizin güneye bakan kapı ve penceresinden her zaman dağlar görünür. Bizim için orası kıbleye bakan taraftır. Günün belli zamanlarında kıbleye döndüğünüzde en yakınınızdan uzaklaşır, gözünüzün alabildiği en ötedeki noktaya bakarsınız. O anda yakınlar buğulanır, en uzaklar netleşir gözünüzde. Ruhunuzla, kalbinizle oradasınız; en net gördüğünüz noktada…

Berfepîr (eski kar) dediğimiz nokta en uzağımda ama en yakınımda belirirdi. Yüksek ve heybetli dağlar arasında bembeyaz görüntüsüyle kar, her mevsim aynı şekle bürünür; yaz aylarının en sıcak günlerinde  bile terk etmezdi kıble yönündeki beyazlığını. Biliyordum. Kuşlar, yaban hayvanları, sürüngenler; yılkı atları, koyunlar, büyük ve küçükbaş hayvanların hepsi, ağustosun o kavurucu günlerinde buz gibi kar suyuyla hayatta kalırdı. Ve dahi çobanların otlaklarına hayat verdiği gibi, kaval seslerine de eşlik ederdi kar sularının şırıltısı.

Yaylanın hasreti karla başlardı. Bahar gelince bereket karla ölçülürdü. Sıcak havalarla birlikte kendini  toprağa bırakan karlar, kilometrelerce ötede bir kaynağa dönüşür, ovada hayat olurdu. Çeşit çeşit bitkilerin toprağa düşmüş tohumları, karların erimesiyle yeşillenirdi.

*       *       *

Düşlerimde bir perde gibidir kar. Ne zaman beyaz yorgana sarılsam toprak olurum. Kışın keklik avına uçar aklım. Bir metreye yakın kar kalınlığında av kovalamak, lastik ayakkabıdan sızan suyun ayağını ıslatması pek umursanmazdı  bu kavgada.

Kar temizdi. Tertemizdi. Bembeyazdı. Kızağımla toprağın arasındaki dosttu kar. Damlardan kürediğim kardan evler yapardım. Kendime küçük dağlar yaratırdım. Merdivenler döşerdim yukarılara, her basamağı kardan. Karlı günlerin yumuşaklığı başka olurdu. Nedense serinlikle birlikte sinirler yumuşardı kar taneleri indikçe yere. Belki bize anlatılan hikayelerin etkisiyle idi. Her kar tanesine bir melek refakat ederdi. Böylece yağan kar değil, melekti. Yeryüzü meleklerle bezenirken, düşler uçuşurdu kar taneleriyle. Senenin dört mevsimi dağlarda beyazlık kaybolmaz şimdiler de. Ne dağlar kara küskün ne karlar ihmalkar bereketinden. Dağ aynı dağ, kar aynı kar, kıble aynı kıble…

*   *     *   *

Karlar şehre inince değişti her şey. Dağda bir başka, ovada başkadır havalar. Dağların, ovaların bağrı zengindir, geniştir. Yâr üstüne yâr sevmek değildir kar üstüne kar yağması. İnsan kalbi gibi soğuk değil tabiatın yüreği;suya, yağmura, borana açıktır kapısı. Kasabaya, şehre gelince bir başka yağmaya başladı kar. Tabiatı besleyen rahmet, zulmete (!) dönüştü şehirde. Beyaz melekler beyaz çile oldu insan hayatına. Fabrikalar, kuleler, geniş caddeler, devasa şehirler yükselirken kar bir eziyetti insanlar için. Modern zamanların yaşam biçimi tabiata kafa tutarken artık karları da küstürdü. Mevsimler birbiriyle karışık. Bulutlar bilmiyor duracak yerleri. Şehre kar inmemeli. Sokaklarda teknoloji hakimiyeti. Gökyüzünden özgürce yere süzülen karlar insanları esir alıyor artık. Kar esareti!

Modern insanın yaşam mücadelesinde tam bir baş belası. İnsanın tabiatı ele geçirmeye çalışması ve onu kendi menfaati için kullanma isteği doğa ile arasında bir savaşın başlamasına yol açmıştır. Kentleşmeyle birlikte mekanik bir yaşamın içinde kalan insan doğaya da tahakküm ediyor. İnsan doğadan uzaklaştıkça kendine de yabancılaşır. Toprağa ten değmeden tinler şifa bulamaz. Bir nefeslik temiz havanın hasretiyle tutuşurken, gittikçe de büyüyor şehirde yaşama  merakı. İnsanların büyük çoğunluğu artık şehirlerde yaşıyor. Sanayileşme ile başlayan modern yaşam tarzı insanları şehirlerde yaşamaya mecbur etti. Her türlü imkanın elde dildiği şehir yaşamına yok demek de olası değil. Birtakım avantajların yanı sıra kaybedilenler aslında daha fazla. Kalabalık, iş telaşı, zamansızlık, her şeye para yetiştirme derdi insanı insana unutturdu.

Şehirde, doğadan gelen her şeyden yoksunsunuz. Rüzgarın sesi, yağmurun kokusu, toprağın enerjisi; gökyüzünün genişliği, yıldızların parlaklığı, güneşin doğuşu ve batışı gibi doğanın insan ruhuyla bütünleştiği her şeyden… Kar yağışının tabii güzelliğinden de mahrumsunuz şehirde. Kar, şehirde ancak kısa süreli çocuk sevinçleriyle  yaşanır. Zevkten, incelikten, estetik mimariden yoksun devasa şehirlerde büyüyen çocuklar, gençler, tabiatın kendilerine sunduğu sınırsız ilhamdan ne kadar haberdardırlar? Doğanın insandan öc alışından söz edilir genelde. Seller, depremler, kasırgalar ve nihayetinde çığ… Bunların insan hayatı için bir facia olması yine de insan kaynaklıdır. Doğayı fethetme ve onu kendi menfaati için kullanma hırsıdır aslında facia olan. İnsan kendini yeryüzünün tek sahibi gibi görüyor. Diğer bütün canlıların yaşam hakkı yokmuş gibi kendi etrafında dönen bir dünya tasarlamaya çalıştıkça insan, kaybeden kendisi olacaktır. Toprağın, suyun, hasılı doğanın karşısında eğilmeyi öğrenmeyen insanın ne kendi türüne, ne diğer canlılara ne de cansızlara bir faydası olacaktır.

*  *  *  * *

Dağlar yüceliğimizdir, yağmurlar yumuşak kalbimiz, nehirler sevdamız; gökyüzü aynamızdır, toprak damarımız ve kar tane tane, buram buram gönlümüze dökülen aydınlık…  Bakınız ne diyor Nazım Hikmet bir şiirinde:

Lambayı yakma, bırak,

sarı bir insan başı

düşmesin pencereden kara.

Kar yağıyor

karanlıklara.

Kar yağıyor…                                                                                                                                                             

Kendi gölgesinin kar üzerine düşmesinden bile rahatsızlık duyan bir inceliğin sesidir bu. Karanlığı yok eden bir ışık gibi.

         …

Lambayı yakma, bırak!

Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların

dilsiz olduklarını anlıyorum.

Kar yağıyor

ve ben hatırlıyorum

Kar yağıyor ve dilsiz bir şair hatırlıyor kar taneleriyle kalbe saplananları. Kar ve Hatıralar şiirinde bakın nasıl da güzel tarif ediyor Cahit Sıtkı mahşeri :

Kar yağıyor, yine kar, yine kar, yine mahşer gibi kar.

Sanki güller içinde gülen taze kadınlar,

Bana beyaz buseler, beyaz buseler yollar;

Sanki güller içinde gülen taze kadınlar.

Bir rüya görür gibi gözümde sevinçler var.

Beyaz bir sükut işte: kar yağıyor, kar, kar, kar;

Sanırım ki uçuyor gözümde hatıralar.

Beyaz bir sükut işte: kar yağıyor, kar, kar, kar…

Güller içinde taze kadınlardan beyaz buselerle bir mahşer yaratır Cahit Sıtkı. O da sükut içinde tıpkı Nazım Hikmet gibi ve yine ikisinin gözünde uçuşan hatıralar. İnce ve sanatkar ruhların tabiattan aldığı ilham bu işte. Siz, tabiata merhametle muamele etmezseniz, sadece kendinize düşman yaratırsınız. Kar sizin için her zaman bir engel olur ve asla anlamayacaksınız karın Sezai Karakoç’ta yarattığı imgesel zenginliği :

Karın yağdığını görünce

Kar tutan toprağı anlayacaksın

Toprakta bir karış karı görünce

Kar içinde yanan karı anlayacaksın

Kar üzerine yazılmış en güzel şiirlerinden birisi Cenab Şahabettin’in Elhan-ı Şita şiiridir. Bir tabiat olayının kelimelerle bu kadar güzel canlandırıldığı az görülmüştür. Tabiat ile insan ruhu arasındaki ilişkinin derin ve samimi izahıdır bu manzara. Tabiat karşısındaki hassasiyet ve kar tanelerinin zengin imajlar yoluyla anlatımı, insan ruhunu adeta teskin etmekte ve uçan bir kelebek gibi hafifletmektedir.

Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,

Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar

Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar…

Ey kulûbünsürûd-i şeydâsı,

Ey kebûterlerin neşideleri,

O baharın bu işte ferdâsı

Kapladı bir derin sükûta yeri

Karlar

Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar...

Evimizin penceresinden görünen berfepîr, şehrin kesif ve boğucu havasında hatıralarıma karışıyor. Saçaklarda ve ağaç dallarında tutunan karlar gibi hep inatla karların özgür uçuşlarını düşleyeceğim.

Şehre yağan çile değil; karların düşlerine şehirler  engel.

Vansesi Özel Haber

Bakmadan Geçme