Mavi Şehrin Kalemleri

Mavi Şehrin Kalemleri

GÖNÜL SUYUM

AYŞE ÇETİNTAŞ

Dizlerim gidişini taşıyamayacak kadar yorgun

Hiç mecalim kalmadı  nefes almaya.

Ve yine tutunurum   beni mutsuz eden her şeye en büyük şansım demeye.

Sana saklarım yüreğimden gelen bütün yaşları ve 

Kendimi de bir avuç sahte gülüşe

Ey can, sen gidersen bu şehir karanlık, gönlüm ise hep ayazda kalır.

Ellerimi ısıtamaz hiç bir güneş ve dahi yaklaşamaz Lokman bile yarama.

Yaban ellerde ay bile bize karanlık kalır.

Senin gözlerinde gördüğüm umuda tutundum ben

Gel beni kendinde tani, sevmez de mutsuz olursan eğer  ahtım olsun ki,

bütün heceleri,

Bütün kelimeleri hatta bütün cümleleri ateşe verip susarım gönül kapında.

Ve de sitemsiz teslim olurum zamansız gelen ecele.

Ey benim gönül suyum, gel eyleme ömrümü çöl.

 

KAR YAĞARKEN...

MURAT SAYDAM

korkarım ben  kar yağarken,

sessizliğim  dökülür  ılık ılık  cesaretime

küçücük  odadan açılan ,

kocaman bir pencereye benzer hayallerim...

çocuk değilim ki artık,

öpünce geçmiyor hiç bir acım...

 

korkarım ben kar yağarken,

bulutların  ekilmesine üzülürüm,

yaşamak  gibi  ağır ağır  parçalanırlar bulutlar.

serçe parmağımla bir kalp çizerim cama ,

hemen silerim sonra hızlı hızlı,

kimse görmesin isterim,

isterim  kimse kırmasın  kalbimi.

çocuk değilim ki ,

hemen unutayım  her şeyi...

 

korkarım ben kar yağarken,

üşüdüklerim  aklıma gelir,

bir köşeye saklanırım,

avuçlarım sızlar soğuk soğuk.

ezdiğim kar  taneleri  yapışır  duvarlara...

uzun uzadıya bakarım

uzaklara

ve şarkılar söylerim

bulutlar ölmesin...

çocuk değilim ki  artık,

hemen uyayım korktum diye.

korkarım ben kar yağarken...

 

VAN KALESİ

ARİF KUŞ

Doğunun incisi gönüller birincisi

Kütle taşla yapılan vanın güzel kalesi

Urartu kralı yaptırdı kaleyi

Urartu başkenti olan ilimiz

 

Tuşba ismiyle urartu elinde

Yıllarca kaldı güzel ilimiz

Kuş bakışı bakar tuşbaya

Dounun incisi van kalesi

 

Şehirden beş dakka uzakta kalan

Van gölü kıyısına uzanmış kale

Sert kayalık üstüne inşa edilmiş

Hor hor suları akar kaleden

 

Genişliği yüz yirmi yükseklik seksen

Kralın oğlu sadur yaptırmış

Bin sekiz yüz metre alan kaplamış

Abdurahman baba türbesi kale içinde

 

Akdamar, Adır, Çarpanak Adası

İki gözü farklı ünlü kedisi

Lavaş ekmeği otlu peyniri

Semaver çayı içilir Van Kalesi.

 

                          

DOĞAYA İHANETİMİZİN BEDELİ

ERDAL ŞAHİN

 “Doğaya aykırılık günahtır.”(Nietcsehe)

Ontolojik yürüyüşümüzün en önemli bir durağı olan şu içerisinde yaşadığımız dünya aslında rahat, mutlu ve huzurlu bir biçimde yaşayabilmemiz için muazzam bir güzellikte ve dengede yaratılmış, ihtiyaç duyabileceğimiz her şeyle süslenip tasarlanmıştı. Üzerinden çok uzun yıllar geçmişti insanlar bu güzel gezegende mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamayı başarmışlardı. Çünkü onlar içerisinde yaşadıkları bu dünyanın bu âlemin doğasını, doğallığını bozacak tahrif edecek bir girişimde bulunmamışlardı. Onu en yakın akrabaları, kendilerinden bir parça, hatta yaşam ve mutluluk sebepleri olarak bilmişlerdi. Yani ona ihanet etmemişlerdi, ona ihanetin aynı zamanda kendilerine ihanet olacağını ve bunun sonuçta kendilerine zarar vereceğini belki azda olsa bazı tecrübelerden öğrenmişlerdi.

Uzun insanlık tarihi şunu göstermiştir ki insanlar ne zaman yaşadıkları bu evrende /dünyada onun doğallığını otantikliğini yani onun muazzam dengesini bozacak bir girişimde bulunmuşlarsa bunun acı faturasını bir şekilde ödemişlerdir. Evet, yeryüzünde meydana gelen birçok doğal afet ve toplu ölümlere neden olan maddi manevi hastalıklar hep insanın fıtratıyla aynı olan doğaya doğallığa olan aykırı davranış ve ihanetlerinin sonucunda olmuştur.

İçerisinde yaşadığımız evren ve doğa müthiş bir denge üzerinde duruyor, en küçük nesnesinden en büyük nesnesine, mikrodan makro ya, zerreden küreye kadar her şeyin bir anlamı bir amacı ve birbiriyle bağlantısı var. Bu muazzam dengede yapılacak bir tahrifat bir değişiklik bu kozmosu kaosa çevirecektir. İnsanoğlu dışında bu doğadaki hiçbir canlı doğaya zarar verecek bir güçte ve özellikte değildir. Hepsi doğanın dengesini sağlayıp, düzenini temsil ederken, insanoğlu ise kendinde olan özellikleri kimi zaman kötüye kullanarak hırs ve ihtirasları yüzünden bu doğaya bu doğallığa ihanet edebiliyor, ediyor. Şuan içerisinde yaşadığımız dünyanın doğanın, ekolojik dengenin bozulmasının yegâne sebebi insanoğludur.

Çağımızdaki insanların, bizlerin doğayı tahrif etmeleri, ona zarar vermeleri özellikle hiçbir zaman diliminde olmadığı kadar ki şekildedir. Çağımız insanı adeta doğaya işkence yapıyor ve doğa bizim elimizde adeta can çekişiyor. İlahi kelam, insanın bu tahrif kar özelliğine dikkat çekerek.” Kendi ellerinizin yaptıkları yüzünden şimdi karada ve denizlerde fitne ve kargaşa kaos meydana geldi”...(Rum 41).diye buyuruyor.

Modern çağlarda özellikle batılılar daha çok güç elde edebilme ve diğer insanlar üzerinde hâkimiyet ve güç kurabilme hırsları yüzünden adeta bir doğa katliamına imza atmışlardır. Bunun için doğanın dengesini bozup onu paramparça etmişlerdir. Onların ürettikleri silahlar dünyamızı belki onlarca defa haritadan silmeye yetecek çoğunluktadır. Evet, batı dünyası batı medeniyeti değil “denniyeti” hastalık ve ihanet üreten bu dünyanın ve insanlığın baş belasıdır. En basitinden ürettikleri kokuların ve salınan sera gazlarının etkileriyle bile dünya için hayati bir öneme sahip ozon tabakasının delinmesine sebep olmuşlarsa varın diğer zararlarını siz düşünün.

Onların doğaya yaklaşım felsefeleri şöyledir. ( ki bu hala batıda uygulanan 16.yüzyıl ünlü batılı düşünürü Francis BACON, un keşfettiği ve uyguladığı bir yöntemdir) Doğa tıpkı insan gibi canlı bir organizmadır ve bu canlı organizmadan faydalanabilmek için onun sırlarına vakıf olabilmek ve bunlardan istifade edebilmek için olabildiği kadar bu canlı organizmaya işkence etmek lazım. Onlar bunu keşfetmişlerdir Mahkûm bir insana nasıl işkence yapıldıkça bülbül gibi sırlarını bir bir döküyorsa aynen doğa da ona işkence yapıldıkça içerisinde gizli olan sırlarını ortaya çıkaracak ve bizler de bundan istifade edeceğiz. İşte doğaya aykırılık doğayı tahrif etmeleri dengeyi bozmaları hep bu yüzdendir. Bunlar hiçbir zaman doğayla örtüşen bir denge ve tutum içerisinde olmamışlardır. Ya doğaya ilahi bir güç atfedip Natüralist (doğaya tapınma)  olmuşlar, yâda doğayı tahrif eden, ona ihanet eden birer bozguncu, birer fitne ve fesatçı.

Âşık Veysel, ilin dizelerinde toprak için “ona işkence yaptıkça bana gülerdi” sözüne nispetle bende “ona işkence yaptıkça aslında bize, bizim halimize ağlar” diyorum. Aslında şuan bizlerin şikâyet ettiği maddi manevi birçok sorunumuzun sıkıntı ve hastalıklarımızın baş müsebbibi bizleriz. Bu konuda başka bir suçlu ve fail aramamalıyız. Aslında ektiklerimizi biçiyoruz, bizler bu dengeyi bu doğayı bozduk o da bu şekilde bir bumerang gibi bizden intikam alıyor. İnsanlık doğaya doğallığa dönüş yapmalı ve daha çok doğaya aykırı hareket etmekten ve doğayı tahrif etmekten ve kirletmekten acilen kaçınmalı, yoksa kendi kıyametini önlemekte geç kalabilir.

Artık günümüzde herkes, hastalık ve huzursuzluk veren modern yaşam ve beslenme tarzlarından şikâyetçidir. Ve şimdilerde bakıyorsun beton kentlerin arasında adeta mutsuz bir hapis hayatı yaşayan herkeste doğaya ve doğallığa bir özlem var. İnsanlar da modern hayatın sıkıntı ve huzursuzluk üreten yaşamından doğaya büyük bir dönüş uğraşı, özlemi, çabası mevcut. Eskiden insanlar köylerden doğal yaşam alanlarından şehirlere kaçıyordu, şimdilerde ise tekrar buralara kaçmaya çalışıyor. Bu dünyada sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamak istiyorsak şayet, içerisinde yaşadığımız doğaya aykırı ve onu bozan her şeyden uzak durmamız hayati bir öneme sahiptir. Zira doğa bizim akrabamız bizim mutluluk ve yaşam kaynağımız, o yaratanın bize en güzel armağanı ve ayetidir. Onu tahrif etmek aynı zamanda yaratıcının en önemli bir ayetini tahrif etmek olduğunu hiçbir zaman unutmamamız lazım…

Bu da fıtrat kanununa, yani sünetullaha terstir, zulümdür ve günahtır….                                                              

 

VAN’DA SİNEMALI GÜNLER

ÜMİT KAYAÇELEBİ

'Aradan koskoca seneler geçse de

Kimileri bu dünyadan göçse de

Bazıları onlardan hiç bahsetmese de

Unutmadık onları hep anıyoruz.'

Yaşamımızın başında televizyon değil; sinemanın olduğu yıllar...Van’a ilk sinema 1942 yılında kuruldu ve ondan sonra zaman içerisinde yazlık ve kışlık sinemalar artmaya başladı Çocukluğumun ilkokul yıllarına denk gelen 1959-1960'lı senelerde hatırladığım kadarıyla Van'da iki kışlık, dört yazlık sinema vardı. Şehir ve Emek Van'daki kışlık sinemalardı. Şehir, Emek, Yıldız ve Yeni Sinemada yazlık sinemalarımızdı. Yalnız Van'ın en eski kışlık sineması Şehir en eski yazlık sineması da Yeni Sinemaydı. Emek ve Şehir Sinemasından sonra Yıldız Sineması açıldı. Yeni Sinema çok kısa ömürlü oldu. Zaten yazlık Sinema içinde yeri pek uygun değildi. Rahmetli Bahri Koç Yıldız Sinemasını açtığı zaman getirdiği filmlerle emek ve şehir sinemasını solladı diyebilirim.

Şehir Sinemasını Siirt Kökenli Rahmetli Şefik Saydan açmıştı. İlginçtir ki sinemaya giden herkes hangi sinemaya gidiyorsun? Diye sorulduğunda Şefiğin sinemasına gidiyorum derdi. Rahmetli Eşi Halide Hanım da sinemaya çok gelirdi. Kışın kışlık ve yazında yazlık sinemada gelir locaya kurulur çerezi meyvesi gazozu gelir ve locaya tek başına otururdu. Şefik Saydan işini çok seven biriydi yetişkin çocukları olmasına rağmen bir de bakardınız gelmiş gişede bilet satıyor. Zaten çocukları da onu mümkün mertebe yalnız bırakmazlardı.

O zamanlar sinema sadece eğlence aracı değil, yaygın eğitim aracıydı; hatta belki de okul... Sinemada oynatılmış bir filmi görmemiş olmak adeta bizim için bir eksiklik sayılırdı. Bazı çok görmeyi arzu ettiğim bir filmi görememek beni günlerce yasa boğardı. Çocukluk yıllarında birkaç filmi göremedim ve hala içimde bir uhde olarak kalmıştır. İşte o filmlerden aklımda kalan bir kaçı; 'Muradın Türküsü', 'Lana ormanlar perisi', ' Kaptan Grantın çocukları', 'Siyah Gül''…

1950 Türkiye'sinde sinema salonu olan nadir şehirlerden biri olan Van'ın Cumhuriyet yıllarında ilk açılan sineması; çarşı içindeki açık ve kapalı salonu olan "Şehir Sinemasıydı. Diğer 'Emek Sinemasına' göre daha küçüktü, doğal olarak eskiydi, fuayesi yetersiz, birkaç localı, özellikle balkondaki koltuk sıralarının arası çok dar, koltukları gıcırtılı ve rahatsızdı.

Makine dairesinden gelen gürültü balkondan film izleme keyfini kaçırttığından bu sinemaya nadiren gider, filmi salondan izlemeyi tercih ederdik. Zaten şehir sinemasının balkonu Cumartesi ve Çarşamba günleri bayanlara tahsis edilirdi. 1950'li yıllarda Çarşamba ve Cumartesi dışında sadece Pazar günleri halk ile askerlere açık olurdu. Daha sonraki yıllarda her gün film oynasa bile kış aylarında balkonda film seyretmek mümkün olurdu.

Şehir Sineması artık yok. Sinemanın yerinde yeller esiyor. O bir zamanlar bizi heyecandan heyecana koşturan filmlerin oynadığı Şehir Sinemasının yerinde çeşit çeşit arabaların park ettiği bir koca park var!.

Şehir Sineması o dönemin en eski kışlık sinemasıydı. Evimize yakın olduğu ve iyi filmler getirdiği için biz ailece en çok o sinemaya giderdik. Ailece derken gündüzler ortaokul sıralarına kadar annemle ondan sonra ise tek giderdim. Çünkü o yıllarda erkek çocuğu bile olsan gelişi güzel oraya buraya gitmek yoktu. Bizler zaptı rapt altında büyüdük. Hele geceleri yanımızda bir büyük olmadan senelerce sinemaya gidemedik.

Şehir Sineması Cumhuriyetin ilk yıllarında Halk Evi olarak kullanılmış daha sonra ikiye bölünerek bir tarafı Halk Kütüphanesinin bulunduğu bir binaydı.

Özellikle sinema salonu olarak tasarlanmadığından salon düzayaktı. Yükselti olmadığından benim gibi kısa boylular bir öndeki koltuğa uzun boylu biri geldiğinde film seyretmek çok zor olurdu. En arkada iki sıra yükseltili bir yer olduğundan orada yer kapmakta acele ederdik. Şehir Sineması doğrusunu söylemek gerekirse l964 yılında yapımına başlanan Emek Sineması kadar konforlu ve alayişli bir sinema değildi.

Aşı tatili ve sömestr dönemi hariç hafta içi sinemaya gidemezdik. Kış aylarında hafta sonu bu iki sinema zınga zınk dolardı. Cumartesi günü ve Çarşamba günleri ilk zamanlar tek film oynatılırdı. Daha sonraları bu film sayısı ikiye çıktı.

Şehir Sineması gibi Emek Sinemasının da filimin başlama saati 14.15'ti ( 2.15) Paramız olursa pazar günü de sinemaya giderdik.

Şehri gezen Faytonlarla yapılan anonslarla hangi sinemada hangi filmin oynadığı duyurulur, sinema önüne ve şehrin belli yerlerine bez film afişleri asılırdı. Sinema dış duvarlarındaki camekânlı çerçevelerde filmin orijinal afişi ve fotoğrafları bulunurdu. Bunun yanı sıra Cumhuriyet Caddesinde Emek ve Şehir Sinemasına ait Camekânlı panolar vardı ve cam çerçeve ile kaplı bu panolara 0 gece oynayacak filmlerin afişler ve film lobi kartları asılırdı. Biz de her iki sinemanın panolarına bakar bakar durur ve en sonunda iki sinemadan birinin tercihini yapar ve gece o sinemaya giderdik. Gündüz öğleden sonra oynanan filimler bu panoda yer almazdı.   

Talebin çok olduğu bazı filmlerin biletleri önceden satılırdı. !950'li yıllarda sinemaya giriş 75 kuruştu. 1960 yıllarda önce 100 kuruş oldu ve l50 kuruşa kadar çıktı. Yani gazetenin 25 kuruş olduğu, gazozun 25 kuruş olduğu, 25 kuruşa ceplerimizi kırık leblebi ile doldurduğumuz yıllar.

Bilet fiyatları standarttı sinemalarda. Gelen filme göre de sinema oynamazdı. Mesela 10 Emir filmi geldiği zaman Emek ve Şehir Sinemasında birlikte oynadı Van ayağa kalktı. O film bana göre oynadığı yıllarda Van'da en fazla ilgi gören Film olmuştur diyebilirim. İnsanlar sinemaya gittikleri vakit Caharlton Heston'un Hazreti Musayı canlandırdığı sahnede Firavun ve askerleri yetiştiğinde elindeki asa aile denizin ikiye ayrılışı ve Hz.Musa ile İbranilerin karşıya geçtiği o sahneyi ne ben ne de seyredenler hala unutamamışlardır.

Şehir Sinemasının girişinde bilet kontrolü yapan Muzaffer'i hiç unutamam. Bazen seansa yetişemeyip, geç kaldığımızda "iyi müşteri olmanın 'bonus'u olarak" bizi içeri biletsiz alırdı. Onlar genç insanlar dı bizse bala çocuklardık. İkinci perde olduğunda acıyıp bizi içeri salarlardı. Elimizde kalan parayı bol keseden sinemanın büfesinde harcardık. Çok para dediğimiz belki 50 veya 100 kuruştu. Çocukluk yıllarında ilkokul sıralarında elime kâğıt paranın değdiğini hiç hatırlamıyorum.

Yer göstericileri bahşiş vermediğimiz için biz çocuklardan hoşlanmazdı. Zaten anne ve babamızdan yalvar yakar zar zor sinema parasını alabiliyorduk ki 25 kuruş verip siyah çekirdek alamadığımız zaman film arasında çerez alıp yiyenlerle o bir zamanlar Yakup Sandıkçının Van'da imal ettiği mis gibi 'Uludağ' gazozunu Ağustos aynın sıcağında yudumlayarak içenlere bakıp imrenirdik. Matinelerde (Cumartesi-Çarşamba) balkon tümüyle, kadınlara ait olurdu.

Seyirci salona alındığında filmin başlamasına az zaman kala dışarıda çalan müzik, içeriye de aksettirilirdi. O dönemin düzenleme denilen moda şarkıları, fantezi müzik veya halk müziği dinlemekte ayrı bir keyif verirdi sinemaya gelenlere. Çünkü çoğu insanların evlerinde ne gramofon, pikap ve daha ileri yıllarda kasetçalar bile yoktu. B u nedenle bizde çaktırmadan bedava müzik dinlemiş oluyorduk.

Film başlamasına beş dakika kala içerideki lambalar göz kırparken biz de derinden bir oh çekerek nihayet film başlıyor derdik. O günden bu yana değişmeyen tek şey yanıp sönen sinema ışıkları galiba. Salon ışıklarının yavaş yavaş kararması... Projektörlerin perdeyi aydınlatması... Perdenin süzülerek yana doğru açılması... Alkış sesleri... Islık sesleri... Ve film başlıyor...

Salon karardığında "Pek yakında", "Gelecek program" başlığıyla yapılan film tanıtımları ve reklamlardan -hâlâ öyle- hoşlanmazdım.. Önümüze uzun boylu birileri oturduğunda sinirlenir, boyumuzu yükseltmek için koltuğumuzun üstüne (kışın) paltolarımızı koyardık.

Film başladığında nefesler tutulur sessizliğe gömülür, en küçük bir sese, fısıltıya, öksürüğe, kâğıt hışırtısına tepki verirdik. Filmdeki gelişmeler seyircinin iklimini etkilerdi. Mesela; "kötü adam" cezalandırıldığında, "iyi adam"a yapılan haksızlık giderildiğinde, aşıklar kavuştuğunda salondan alkış ve ıslık sesleri yükselirdi. Filmde ezan okunduğunda tüm izleyiciler yerinden doğrulurdu.

Filme ara verildiğinde gözler aydınlığa zor alışır, salonda hareketlilik başlardı. Arayı tuvalet kuyruğunda geçirmeyelim diye çabucak o işimizi bitirir, büfe kuyruğuna girerdik. Tabi paramız varsa! Bu arada duvarda 'Çok Yakında', ''Gelecek Program' diye oynayacak filmlerin afişlerini, adata hatim ederdik.

Başka sıralarda oturan arkadaşlarımızla uzaktan uzağa el-kol işaretleriyle konuşur, bazen aramızda nevale değişimi yapardık.

"Ma-ki-nis-ssst, ses"diye bağırırdık.

Balkonun arka sırasında ve sıra ortalarında oturmayı sevmezdim. Makine dairesinin altındaki o küçük pencereden çıkıp, perdeye yayılan ışık huzmesi vardır ya... Ortada oturuyorsak film ilk başladığı anda ya ayağa kalkar ya da ellerimizi havaya kaldırır, perdeye siluetimiz yansıdığında gülüşürdük. Munzurluk işte...

Kanlı, vurdulu-kırdılı, ölümlü sahnelerde kendi kendimize sansür uygular, gözlerimizi kapatırdık. Makine dairesini merak eder, gelip-geçerken kafamızı uzatır, duvarındaki afişlere yerlerdeki kopmuş film parçalarına bakardık Nargis ve Raj Kapoor'un oynadığı "Avare" filminin "Rüyalarınıza giren büyük bir aşk ve seven kalplerin hikâyesi" yazan afişine bir şekilde sahip olmak kardeşimi ve beni onurlandırmıştı. Çıkışta güneş varsa gözlerimiz kamaşır, hava kararmışsa bulanık görürdük. Sinema çevresinden geçerken yerde bulduğumuz film parçalarını güneşe tutarak hangi filme ait olduğunu çıkartmağa çalışırdık.

Ve "yazlık sinema"lar... O zamanlar Van'da arkadaşım Yetkin Ural'ın Yazlık şehir Sinemasının hemen bitişiğinde evleri vardı. Param olmadığı ve davet edildiğim zaman Yetkin, rahmetli anne ve babası ile ablaları ile dama çıkar damdan bedava film seyrederdik. Yazın serinliği, gökte parlayan yıldızların ışıltısı altında film seyretmenin keyfide bir başka oluyordu.

Yazlık sinemalarda salon düzenini koruyabilmek için sandalyeler ya birbirine telle bağlanır ya da altlarından geçirilen takozla sabitlenirdi. Çok nadiren locada oturduğumuz zaman Annem evden getirdiği ıslak toz beziyle oturmadan önce sandalyeyi siler, üzerine gazete serip minder koyardı. Tahta sandalyede uzun süre oturmak insanı zorlardı. Rahmetli annem sinemaya gitmeyi çok severdi ancak babam sinemadan pek nasipsizdi. Sinemadan pek hoşlanmazdı. Hiç babamla sinemaya gitmedim veya beni hiç sinemaya götürmedi diyebilirim.

Yazlık sinemada "kabuklu yemiş yemek serbest" olduğundan film boyunca çiğdem yerdik. Annem kabukları yere atmamız için gazete kâğıdından yaptığı külahları elimize tutuştururdu. Yazlık sinema keyfini eğer locada oturmuşsak 'Uludağ' Gazozu ile tamamlardık.

Bazen ani başlayan yağmur yüzünden film yarıda kesilir, bilet parası da geri verilmezdi, yeni bilette… Kartal Tibet ve Selda Alkor'un başrollerini oynadıkları 'Senede Bir Gün' filmi başlayan fırtına yüzünden cereyan kesildi film yarıda kaldığı için ağladığımı da unutmadım. Ne de olsa çocuktuk işte…

Renkli ampullerle aydınlatılan yazlık sinemalar da bazen özellikle şehir sinemasında pehlivan güreşleri, pankreas güreşleri yapıldığını da iyi hatırlıyorum. Ercişli Kaplan Yapar'ın Şehir Sinemasında Bulgar pankreasçıya yenilmesi sonucu sinema bir karıştı ki sorma gitsin! Vay efendim bizim pehlivan nasıl olur da Bulgar güreşçiye yenilir? O gün polis marifetiyle olaylar zor önlendi ve ondan sonrada o tür güreşler hiç yapılmadı.

Ha bu arada bizim sevgili Herkül Mustafa (Mustafa Hepkul) da şehir sinemasında birkaç yerli ve ecnebi güreşçiyle müsabaka yaptı. Zaten o yıllarda güreş dendiği zaman ilk akla gelenler Kaplan Yapar ve Herkül Mustafa'ydı.

Bilim kurgu ve fantastik filmlerden pek hoşlanmaz, "salon filmi" tabir edilen filmleri, müzikalleri, polisiye, kovboy ve macera filmlerini severdim. Türk filmlerini hiç kaçırmaz (hala öyle...), gördüğüm filmlerin adını o günlerde küçük bir defterim vardı. Bir yarısına gittiğim filmleri bir yarısına da okuduğum kitapları yazardım.

Bazen film sayısı çok olsun diye aynı filme birkaç kez gittiğim de olurdu. Ve defterimi arkadaşlarıma göstererek ne kadar çok sinemaya gittiğimi ve film seyrettiğimi ve bunun yanı sıra ne kadar kitap okuduğumu gururlanarak gösterirdim.

O dönemin oyuncuları mı? Birilerini söylesem diğerleri eksik kalır...

'Çok çok yakışıklı bir jön Ediz Hun

Göbeyiğle nam yapan Necdet Tosun

Nebahat Çehre ile Piraye uzun

Unutmadık onları hep anıyoruz.'

Yine de bir kaçını zikredeyim, Turan Seyfioğlu, Gülistan Güzey, Kenan Pars, Belgin Doruk, Talat Ertemel, Nevin Aypar, Suphi Kaner, Faruk Kenç, Hüseyin Peyda 50'li yıllarda hafızalarımızda kalan bazı isimler. 1960'lı yıllara geldiğimizde Devrin Kralı Ayhan Işık var, Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Nebahat Çehre, Selda Alkor, Sevda Ferdağ, Ajda Pekkan ve Gönül Yazar zirvedeki starlar. Cüneyt Arkın, Kartal Tibet, Ekrem Bora, Ediz Hun, Tamer Yiğit, ve 60'lı yılların ortasında arzı endam eden Çirkin Kral Yılmaz güney..Ve Yılmaz Güney sinemanın kralı o yıllardan sonra. Derken Efendim Kara Murat, Malkoçoğlu, Tarkan, Kara Orkun, lu seri filmler beğeniyle izleniyor.

'Nevzat Okçugil ve Gülistan Güzey

Şuh kadınlar Seviç Pekin, Gülbin Eray

Çapkın mı çapkındı Orhan Günşiray

Unutmadık onları hep anıyoruz'

Erol Taş' Hüseyin Baradan, Senih Orkun, Kenan Pars, Hayati Hamzaoğlu, Kuzey Vargın, Ekrem Bora sinemanın ünlü kötü adamları. Devrin Vamp kadınları da var. Sevda Ferdağ, Suzan Avcı, Aysel Tanju, Gülsün Kamu, Sevinç Pekin, Leyla Sayar, Muhterem Nur, İnci Birol, Özcan Tekgül gibi aktrisler bakan erkeklerin yüreklerini hoplatıyordu.

İşin tam teferruatına fazla girmek istemiyorum. Genel panoramayı başka bir yazıda sunmak istiyorum Sevgili dostlar diyor ve bu özlemli yazımı 'Sinemaya Giderdik' adlı şiirimle noktalamak istiyorum.

Her zamanki gibi yine; Hey gidi günler hey diyorum…

ŞEHİRE GİDERDİK

Çarşamba, Cumartesi ve de geceler

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik.

.Yüz elli kuruşu tedarik eyler

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik.

..

Şükran Ay'ın plakları çalardı

'Sangam' ile ünlü Raj Kapor vardı

Sinemalar tıklım tıklım dolardı

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik.

..

Yeni, Yıldız, Emek Yazlık sinema

Şehir Sinemasını da unutma ama

'Horoz Nuri' bizi güldürürdü daima

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik.

..

Çarşamba günleri dolardı bayan

Kadın ve kızlarla kaynardı her yan

Dökülürdü i duyan

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik.

..

Yanında kurtla gezerdi Tarkan

Asya Kaplanıydı hep

Çine yürürdü Kurtcebe Noyan

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik.

..

Şoför Nebahat, hep biz de kabahat

Suzan Avcı'da <Şıngırdak Melahat>

Malkoçoğlu, Kara Pençe ve Kara Murat

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik.

..

Pazar geldiğinde sinemaya koş

Sevda Ferdağ ile gönlün olsun hoş

Yılmaz Güney ile maceraya koş

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik.

..

Pek de yakışıklıydı Ediz Hun

Sevda filmleri ile vermişti ün

Şair der ki; paramız olan her gün

Biz eskiden ŞEHİRE giderdik

 

KALBİM ELLİ YAŞINDA

NECLA ARPA GÜLAÇAR

Sevgili Dostum!

Az önce uçak geçti evin üzerinden... Geçen uçağın yolcu kapasitesi kaç bilmiyorum ama onlarca kalp taşıdığına eminim. Heyecanlar, ayrılıklar, kavuşmalar, özlemler, kurnazlıklar, iş bitirmeler sekiz katlı binanın asansörü gün doğmadan çalışmaya başlıyor. Dün gece elli yaşına girmiş kalbim asansörün sesinden rahatsız oluyor. Asansöre en yakın dairede oturmanın külfeti işte... Geceyi az bir uyku ile geçirmenin mahmurluğu ile sabah rutinimi yapıyorum klasik radyo mu açıyor, çay suyunu koyuyor ilk olarak küçük ormancığa bakan penceremin perdesini açıyorum. Harmanlanmış demli çayı mı Ormancığı mı izleyerek içmeyi dem kokusunun her zaman her vakitte cezbettiği gibi beni cezbetmesini istiyorum.

Lakin elli yaşına girmiş kalbim demli çayı ve kahveyi terk etmem gerektiğini çarpıntıları ile bana hatırlatıyor.

Elli yaşına girmiş kalbim, uzun zamandır kaygı bozukluğu ile mücadele ediyor.

Sonsuz bir tesellinin kıskacında... Hızlı düşünmeyi, hızlı hayal kurmayı, donup kalmayı, korkularına yenik düşmeyi ve hep bir adım geri durmayı, garantici davranmayı telkin eden elli yaşına girmiş kalbimi bir kenara mı atmalıyım.

Ona telkinlerde bulunuyorum ama olmuyor Saramagdnun yazdığı Beyaz Körlük" gibi ruh âleminde kendimi rutinlerin içine hapsediyorum...

Oysa elli yaşına girmiş kalbimin elli yaşına kadar gerçekleştirmek istediği birçok hedefi vardı...

Çocukluk, gençlik, orta yaş ve artık yaşlılığın ilk adımı ilk kapısı...

Bu sabah üzgünüm elli yaşındayım...

Hayır, kalbim elli yaşında...

Ne tuhaf kendimi genç hissediyorum...

Gençliğimi hatırlıyorum da komşulardan Ayşe teyze vefat etmişti. Herkes ağlaşıp duruyordu "daha elli yaşındaydı çok gençti ah gün görmedi Ayşe"

Çok tuhafıma giderdi elli yaş nasıl genç olabilir... Yaşamış yaşayacağı kadar niye böyle söylüyorlar ki. Tabi ben o zaman on yedi yaşındayım...

Zaman geçer otuzlar, kırklar elliler gelir. Yetmiş yaşında vefat edene vah vah eder "gençmiş ' der oldum.

Zaman, yıllar neler öğretiyormuş öyle...

Arkadaş grubumun farklı bir etkinliği var... Aslında hep hoşuma gider. Otuz, kırk, elli, altmış her on yılda yani her olgunluk yaşlarına özel unutulmaz bir anı yaşamak istiyorlar... Geçen yıl elli yaşına girecek olan Sunayı yıl boyunca para toparlayıp umreye göndermişler...

Hepsi birbirine on yıl ara ile gerçekleştirmek istedikleri hayallerini sormuş; Suna Umre demiş, Sevil Endülüs, Ayfer Bosna'yı, Arzu Kudüs l ü, Nihal araba almayı, Hacer Su kuyusu açtırmayı, Begüm Yayla evlerinde kalmayı, Ayten Mısırla gitmeyi, Filiz gemi ile seyahat etmeyi istiyormuş...

Ben ne istiyordum hiç düşünmemiştim veya düşündüklerimi uzun zamandır unutmuşum...

Hatırlatmış oldular. Aslında hepsinin istediklerini istiyordum ama ağır basan

Hangisi, kendimi tartar oldum

O günden beri... Kopyacı olmamalıydım benim kendime özgü, tarzıma uygun isteklerim olmalıydı...

Günlerce düşündüm insan ölüme doğru yol almaya başlayınca daha temkinli oluyor galiba... Korunaklı sığınaklar arıyor... Bir de yalnızlık elzem ise en korunaklı dokunulmazlığı olan ritüelleri hayatının Odak noktasına koyuyor.

Elli yaşına girmiş kalbim çok yorgun...

Bahçeli asansörü olmayan bir ev. Her sabah hortum ile çiçekleri, meyve ağaçlarını sulamak, toprağa basmak. Yeşil bir dünyanın içine kurulu masa ve sandalyem, kalemim, defterim, okuduğum kitaplar, kocaman bir orkestranın icra ettiği doğanın muhteşem ritmi ile hemhal olmak...

Kuş sesleri, kelebeğin uçuşu geceleri ise

Ağustos böceklerinin şarkılarını dinleyerek uyumak...

Gündüzü güzel olur böyle yerlerin ama eğer tek başına isen gecesi kasvet olur. Apartman hayatına alışmış elli yaşına girmiş kalbimin derinliklerinde çocukluğumda bahçesinde koşup durduğum ilk evim, baba ocağım var demek ki...

Ne garip mazi ne kadar yakın duruyor... İçimde bir çocuk bahçedeki çiçekleri sularken, sütçü arabası sokakta her sabah olduğu gibi aynı yerde duruyor karşı apartmanda koyu renk saçlı genç bayan çocukları için her günkü gibi süt almaya iniyor...

Kara gözlüklü kız yine her sabah olduğu gibi bembeyaz tüylü kızak köpeğini sabah yürüyüşüne çıkarmış birazdan geri döner köpek eve girmek istemeyen haylaz çocuklar gibi nazlanır asansörün önünde havlar... Eğer uykuda olsam yataktan fırlayarak uyanırdım hala evcilleştirilen bu sese alışamadım...

Bahçeli ev fikri şimdilik bana uzak gibi geldi...

Ayine dönüştürdüğüm günlük rutinlerimi değiştirebilsem, bir Derviş kefesi atsam boynuma dağ bayır dolaşsam çiçek rayihaları ile kendimden geçsem, alsam kalemi elime elli yaşıma nazireler yazsam... Duaya açılan ellerim...

Allah'ım faydasız bir ömürden sana sığınırım... Diye duaya durur...

Vesselam...

Bakmadan Geçme