Van Gölü İncileri

Van Gölü İncileri

BİZ ÖĞRETMENİZ

ALPER ALPEREN

Biz öğretmeniz, bize; mum gibi eriyip ışık saçmak düştü

Gül yetiştirmek kaderimiz oldu

Üç günlük dünyada bize bahçevan olmak düştü

Çocuklarla çocuk olduk, fakat küçülmedik hiç

El açmadık, minnet etmedik hayata

Bize; el açana, darda kalanların yardımına koşmak düştü

 

Lûgatımızda durmak yoktu, bize üveyik olup uçmak düştü

Dünyaya tebessüm etmedik, bize hiç gülmedi dünya

Saraylar, yalılar, katlar, yatlar görmedik

Hep gurur soluklayanlar sığmazlarken aleme

Kaderin taksiminde bize küçük bir dünya düştü

Ondan da tahta kulübecikler misâli birer köy okulu düştü

 

Çığırtkanlar davullarla cihanı verirken velveleye

Bize bir kırık mızrap düştü, tahkirler, tezyifler, sürgünler gördük

Yine de bize; çiçek yetiştirmek ve yılmamak düştü

Gönüllerin birliğini, kardeşliği, hoşgörüyü öğrettik hep

Devleti, milleti, insanlığı yüceltmeyi hiç eksik etmedik kalbimizde

Kaderimize; insafsızlardan, vicdansızlardan düşmanlık düştü

Her davranışında müraîlik soluklayanlardan entrikalar düştü

Anlaşılmamak bizim de kaderimizde varmış her ulu gibi

Bizi anlamayanlara da vefasızlık düştü, biraz da pişmanlık düştü

 

Şairin dediği gibi; "Bize bir muazzam nehir gibi cûş etmek,

Fakat çorak yerde akıp gitmek" düştü

Bahçıvan olmak, güller yetiştirmek, gözyaşlarıyla güller sulamak

Gülleri çalılardan korumak düştü

Bize; su olmak, her bahçeyi gülzar yapmak düştü

Yorulan, kırılan, darılan olmadık hiç

Eskimek, pörsümek, yaşlanmak semtimize uğramadı

Bize; küheylan olmak düştü

 

Ummanlar gibi sinemiz, hiç kapanmadı gönül penceremiz

Bize; affetmek düştü, hoş görmek düştü

Şimdiler de bahtımıza biraz da gurbet düştü

Varsın olsun... Gözyaşlarımızla büyüttüğümüz güllerimizin,

Aleme neşretmelerinden duyduğumuz saadeti

Hangi söz anlatabilir ve hangi kalem yazabilir?

İmanımızla, ümidimizle, vicdanımızla duyduğumuz huzuru

Ve o manevi huzurumuzla rengârenk ve efsun dünyamızı

Hangi ressam çizebilir? Sanatkârane ellerimizle yoğurarak

Hangi heykeltraş yapabilir? Varsın anlamayanlar anlamasınlar!..

Bize; kaderi kederle yazılmışların en mesudu ve en bahtiyarı olmak düştü

 

Hep yokluklarla, sıkıntılarla karşılaştık , yoksulluk kaderimiz

Hiçbir maddiyatla ölçülemeyen değerimize;

Bütün değerlerin parayla ölçüldüğü bir mekânda pul olmak düştü

Olsun!.. bütün bunların ötesinde, sevmek ve sevilmek düştü

Sultan'dan gelen hediyelerin en güzeli, çiçekleri yetiştirmek düştü

Ağlamasını dindirdiğimiz yavruların dudaklarından yükselen dua cümleleri

Ve göğe açılmış minnacık ellerinin arasından bize de,

Duaların en güzeli, bir damlacık dua düştü

 

İlahi taksimde bize ne güzel şeyler düştü...

Nadanlar gayzlarından çatlarken zamanın her anında,

Bize iç huzur, saadet ve ebedi sûrur düştü

Çöllerde serap görmeye devam etsinler onlar,

Savaş gözyaşlarının, feryatların alabildiğince yükseldiği dünyamızda

Bize; gül olmak, gül almak, gül dermek, gülücükler vermek düştü

Bize; taç ile taht talep etmek değil, yıkık bir okul için ah etmek düştü

 

Yare çok sûzişler eylemek istedi gönül

Ne var ki hengâmı fırsatta zebana lal olmak düştü.

Aslında bülbül olmak vardı kaderimizde, bizi bilmeyenler bilmesin

Bizi bilenler bilir, biz biliriz bizi

Eğitim ordusunun gönüllü erleriyiz biz

Ve bizi yazacak kalemin mürekkebi olmaya ne göl yeter ne de deniz

Çünkü biz ÖĞRETMENİZ...

GÖZLER

BERFİN KOCAMAN

Ben yaşayan bir ölüyüm

bu garip dünyada

sen ölüyü dirilten ruhsun,

bedenim isteyip duruyor

o eski şen şakrak günleri

ah, soğuk bedenimi 

terk edip gider gözlerin

 

Ben bir gemiyim, sen deniz

ben gelenim sen giden,

niye gittin, senin için

yol gözleyen bu kalbi alıp

söyle, beni mahveden gözlerle

 

Sen benim ilkbaharımsın

sen benim sonbaharım,

sen beklediğim, ilk'imsin

sen benim o gözlerle sonum...

GİTME

EREN KORKUT

Nasıl göreyim seni

nasıl bileyim hissettiklerini

yüzünü ayna diye asayım duvara

orada göreyim senli halimi

 

Görsem neler kırdı kalbini

aynanın kırıklarında

dokunsam kabuksuz yarana

olsam sana merhem

Lokman Hekim misali

 

Oturur mu kırık parçalar

yerine o vakit,

döner mi her şey eskiye

tutar mıyım yine ellerini

 

belki o zaman diyebilirim sana

ne olur gitme, dileğimi.

VER SADAĞIMI GİDEYİM

BERFİN IŞIK

Ver sadağımı gideyim Ekber

aguşunu açmış duruyor eller

hani minber, hani makber

elbet bilinir mevki-i müstahkemler

 

Rutubete gamsın meğer

cihan mutasım olmalısın mahşer

secdeye  el, alim de baş  eğer

aşekaya bürünmüş kurur enler

 

Sırr-ı hakikate elbet erer

rutibete pür gam eler

zat-ı mükerremsin bırak geçsin erenler

asar-ı mailik seyreder

 

Ey di ey di yaş akar gözden akvam-ı beşer

Herüc ü merç oldu akıbetler

Gamlı yosunlu kaderi kim ister

Cihan da gelse ahret yolu biçmez erler

 

Ver sadağımı gideyim keder

Mihenk taşı oldu pür gönüller

Taşı  döküldü tutmaz miller

Kefensiz gömüldü enkazeler.

SENSİZLİK

TUTKU SAVUR

Acılarla baş başa kaldım durdum

yaralı kartal gibi başım öne düştü

sensiz geçen vuslat bir an

bin yıl hasretin ömrüme düştü

sevdayı bir nefis sarhoşluğu sandılar

benim ömrüme kor olup ateş düştü

sabırla beklerken baharı yazı

soframıza zemheri ayaz düştü

 

Sen öyle uzaklarda sessiz sakin

ben Yemen’deki yetim çocuk misali

hayra meyyalken çırpınan tutsaklık,

mâsîvadan sıyrılıp çık da gel bir gün

eylülün hafif esintisiyle dalgalansın saçların

yıllansın dudağına dokunan aşk şarabı

seni haykırsın alfabenin tüm harfleri

çığırsın pervazdaki güvercin sesleri,

şahlansın içimizde debelenen küheylan...

AY MI?

NAZAN YERLİ

Ey yalnızlığın yanlışlığı

içimde ürperdin dün gece

karanlığın  çöktü  yüreğime

ay mı yine sardı hilale?

 

Gündüzün rengi kara gömlek

bulutların üstünde toplanmış

toz pembe hayaller

ay mı, kasım olunca hüzün diye

düşen dalların başına

 

Ağlatmazsa yaprağın gözlerini

siyah beyaz gelgitler

hava mı soğuk, içim mi sağanak

mevsim mi sonbahar

 

Uzun da zaman oldu

koparılan papatyanın dalı

eskisi gibi de değil hani sorsan falı

su verilmedi diye solunca gönlü.

YİRMİ YIL SONRA

EYÜP CÜCE

Dediler “Çıkıp gelmiş köyünü ziyarete.”

Bu haber attı beni tuhaf bir esarete

En ufak bir umudum, arzum, şevkim, hevesi

Olmasa da “Bana ne” derken titremiş sesim.

Dediler “Yola çıkmış arifede, geceden

Kur’an okuyacakmış hıyabanda, Türkçeden."

Yıllar önce gitmiştin hayalinin peşine

Hayatı bilmeyenin hıyabanda işi ne?

...

Üç yanık yürek koydun giderken, ardın sıra

Anan, baban tahammül edemedi hasara

Üçer ay ara ile göçtüler bu dünyadan

Cenazelerine de gelmemiştin ey nadan

Üçüncü yanık yürek bende; halâ yanıyor

Eller seni zulmünden, beni ahtan tanıyor

Gittin, ben yirmi yıldır “Nereye, niçin” deyim

Gittin, ben yirmi yıldır yanardağ içindeyim

Dedim "Nasıl gidecek acaba hıyabana,"

İhanet sana kaldı, çok şükür haya bana

Yalvardım Yaradan’a, dedim “Bir kez göreyim

Son bir cümle söyleyip son nefesi vereyim.

Dediler “Çıkıp gelmiş köyünü ziyarete”

Dedim “Götürememiş ahımı ahirete”

Bu sabah hıyabana yol aldım ağır ağır

Refakat etti bana küllenmemiş bu bağır

Elinde Türkçe Kur’an, dilinde bir mırıltı

Sanki sen yememiştin can yakan bunca haltı…

Sen muhteris arzuya, sefaya teşnedeydin

Ben Elifba dersinde, sen aşna fişnedeydin

Oğlunla kızın sana boş gözlerle baktılar

Seni kör vicdanınla baş başa bıraktılar

Yirmi yıl üzerine “İşte fırsat bu” dedim

Sana doğru yürüdüm, yürürken sendeledim

Yirmi yıl bir cümlenin sırtına yüklenmişti

Hakkımda “Mecnun’un son versiyonu” denmişti

Yirmi yıl üzerine nedir bu ani rücu?

Kabrinde bunu sana sorsun sual sorucu

Yirmi yılı yükledim dilimin heybesine

Yokluğunda yirmi yıl yandı bu yorgun sine

Fark ettim, göz ucuyla baktın bir ara bana

Sonra da ağır ağır bindin lüks arabana.

Birden dillendi gönlüm, kendime hayret ettim

Yirmi yıllık cümleyi kurmaya gayret ettim

Araban çalışırken toz duman arasında

Umudum gidecekken kaşının karasında

Dedim ki “Ömür boyu tütmese de ocağım

Seni unutamadım, unutamayacağım.”

 

Hıyaban: Mezarlık

Rücu: Geri dönmek

Muhteris: İhtiraslı

Teşne: Susamış, hasret kalmış

TEMBELLİĞİMİZLE İMTİHAN

ESMA GÜLAÇAR

 İnsanoğlu zaafları, zayıflıkları ile  imtihan olacağını hiç düşünemez. Zayıflıklarını keşfedenlerin sürüklediği taraflara gideceğini de.

Mesela tembellik ve beraberinde getirdiği tüketim alışkanlığı kişiyi ruhen  yıkıma sürükleyen bir durumdur. Çağımız insanı, tembelliğin kişiyi içten içe yıkan ne büyük bir felaket olduğunun farkında değildir. Özgün fikirleriyle bilinen bir psikoloğun ifade ettiği gibi  "Beden yoruldukça ruh dinlenir"  Konfor alanından çıkmadan, yorulmadan çabalamadan kolay yoldan kazanmanın, başarılı olmanın üzerine saatlerce kafa yoran çağımız insanı, uğraşılarını azalttıkça, hayatlarındaki boş zamanı, boşluğu, belki de uçurumu arttırdıkça düşünceler belli noktalarda tekrarlamaya, takıntılı hale gelmeye, korkular artmaya başlar. Ruh, düşülen boşluğun tetiklediği düşünme eyleminin artışına bağlı olarak yorulur ve tıpkı günümüzdeki tablonun gösterdiği gibi  ruhsal hastalık sayısında büyük patlamalar meydana gelir.  Üşengeçliğin bedeli pek çok alanda ağır faturalarla ödenir. Kendi yemeğini, kendi doğal ürünlerini, doğal ilaçlarını evde yapmaya üşenenler için zehir saçan kimyasalllarla dolu hazır paketli ürünler raflara dizilir, tüketilmeyi bekler.

 Herşeyin hazırına konma, yorulmama mantığı...

Böyle bir mantıkla kişi kendini gerçekte kendini asıl yorgunluğa hazırladığının farkında değildir. Çıkarları doğrultusunda kişilerin bu taleplerini gerçekleştirip neredeyse insanın yaptığı, yapacağı her işin bir kolayını, alternatifini üreten, otomotik ve pasif bir hayata mahkum eden kapitalist sistem ve üretici firmalar bu uğurda acımasızca tüketimi teşvik ederken, doğal kaynakları, doğal dengeyi  acımasızca tahrip ederek  cürümler işlemektedir.

Tembelliğimizle imtihan edildiğimizin farkında mıyız?

Sorgulamaksızın her önümüze sunulanı midemize indirip, kolayımıza gelen her alternatifi hayatımıza tatbik ettikten sonra yıllar içinde ruh ve beden sağlığımızda oluşan tahribatların etkisiyle sorgulamaya başlarız. Nitekim her çağda insanı özünden uzaklaştıracak, onun zayıflıklarından istifade edecek ve bunun için çabalayacak zihniyetler olacaktır. İnsan, insani istikametini kaybettiği sürece  bunların içinde debelenip duracaktır. Hakikat tek ve değişmez iken neden tarihin her ilerleyen sayfasında yeni bir hakikat arayışına girer ki insanoğlu. Herşeyi sürekli olarak değiştirip yenileme ihtiyacı duyar, her eskiyeni yanlış ve işe yaramaz bilgi olarak görme eğilimine girer ki? Kanaatimce insan kendine her gün yeni birşeyler katarak kendini yenileyebilmeli, güncelleyebilmeli okuyup öğrenme ve öğrendiklerini hayatına tabik etme noktasında.

 Ancak bu, hakikatlerin değişebileceği, geçmişteki her bilginin eskidiği için işe yaramaz olduğu anlamına gelmez. Bir nimet, bir mucize niteliğinde olan insan beyni, durmadan üretip akla hayale gelmeyecek güzellikler üretebilir, üretmelidir de insanlığın yararı için. Ancak bunu  hakikatin ışığı altında yapabilmeli. Onun ortaya koyduğu  kaideleri yok sayarak, kainata karşı cinayet işleyerek ve onun dengesini bozmaya çalışarak yaparsa bu onun kendi sonunu hazırlayacak olan bir yenilikten bir buluştan ibaret olacaktır. Hakkın ve hakikatin rehberliğinde harikalar üretilebilir ama yaratılamaz. İnsan yaratmaya muktedir değildir. Yaratmak Allah'a mahsustur.  Onun meydana gelmesi Allah'ın dilemesi ve yaratması ile mümkün olacaktır. Ancak insanın çabası  kaçınılmaz bir biçimde rol oynacaktır bu süreçte. İnsan çabaladığının  karşılığını ise bir şekilde mutlaka alacaktır.  Uğruna çabaladığı şey hayır da olsa şer de olsa. Ve öte dünyada uğruna çabaladıklarından hesaba çekilecektir. Bizler bugün ne için çabaladığımızı sorgulamalıyız. Aynı zamanda kendi zaafiyetlerimizi tanıyıp farkına varmalı, onun,  kurulan tuzaklar için birer kapan niteliğinde olduğunu unutmamalıyız.  Tembelliğimiz ve tüketim hırsımız gibi...

Farkına varmamız için bize rehber olarak gönderilen öğretilerimizde çalışmanın güzelliği, israfın, çok tüketmenin, ifrat ve tefridin yanlışlığı vurgulanmaktadır.  Ve bu hakikat hiçbir çağda değişmedi. Çünkü insan fıtratı da değişmedi hep aynı kaldı. Üzerinden yüzyıllar da geçse insan oğlu islam fıtratı üzerine yaratılıp dünyaya gönderilir. Ama maalesef nerdeyse taa anne karnında müdahale edilerek insanın fıtratı, tertemiz doğası bozularak kendisine acı çektiririlir.  İnsan haddi aşar. Allahın kanunlarına, yarattıklarına müdahale etmeye, onu kendi basit tasarımlarına uydurmaya çalışarak cürüm işler. Ve geri dönüşü olmayan büyük tahribatlara yol açar. İnsanlığın, doğanın, tüm yaratılmışların dengesini bozarak korkunç felaketlere zemin hazırlayarak haddini aşar gafil insan!

HADİ GEL

ARZU ALPDEĞER

Hadi gel benimle!

başlasın yolculuğumuz kuytu köşelerde

özümüze dönelim

taş atalım sönmüş yıldızlara

hırsızlara gülelim

dil çıkaralım dökülen yaşlara

çocukluğumuza dönelim

 

Ellerimi tut akşamın hicranında

çakan şimşeklere bakalım

yürüyen bezmiş yolları uyutalım

ikimiz kalalım bu benekli göğün altında

yağmurlar elmacık kemiklerimize değsin

ateş böcekleri konsun parmak uçlarımıza

rüzgâr bileklerimizi okşasın

gölgemizden bedenimize sefere gidelim

 

İfritler de gelsin...

bilirsin gonca güle kul olmam da

dudaklarının hârelerine kül olurum

açlara, toklara lisan olmam da

dilindeki her söze lâl olurum

 

Bilmem şemsin doğuşunu, batışını

ay'ın beyazını, mavisini,

gözlerinin karasına mecnun olurum

ferine muhtaç, tenine hasret, kokuna meftun

sen bilmezsin toprak bilir

gün geçer, yıl biter, yol biter,

saçlarına ak düşer

ben hep böyle sen olup giderim...

Bakmadan Geçme