ESKİ İSTANBUL'DA HOROZ DÖVÜŞLERİ

Ümit Kayaçelebi yazdı...

Yazan: Münir S. ÇAPANOĞLU (1953)

Horoz dövüşü tertip edildiği zaman, dövüş yerinin etrafı tıklım tıklım meraklılarla dolar, kahve sahibinin yüzü güler ve çıraklar kahve çay, gazoz, nargile, lokum yetiştiremezlerdi.

Devlet ricali zenginler arasında da koç ve horoz dövüştürenler çoktu. Levazımat dairesi reisi Afif Paşa, Merkez Kumandanı Sadettin Paşa, Kartalda Soğanlıkta oturan Temyiz Mahkemesi azasından Cevat bey, Tuzla içmelerinin ilk sahibi Emin Paşazade Ekrem bey, Ermeni tüccarlarından Karabet Çulhayan, Kazaskerlerden Emin Molla, Boğaz muhafızı İsmail Hakkı Paşa gibi… Bunlar halis Sakız ve Girit koçlarını konaklarında beslerler, yetiştirirler, müsabakaya çıkarırlardı. Fakat kendi aralarında… Bunlar, birbirlerinin koç yetiştirdiklerini bildikleri için birbirlerine haber yollarlar, konaklarının bahçelerinde müsabakalar tertip ederlerdi. Koçlarını; halk arasında koç yetiştiren meraklılarla çayırlarda falan dövüştürmezlerdi.

Bu koçlar güzel, yosma, şirin şeylerdi. Yalnız meraklı paşalarınki değil, halk arasındaki meraklılarınki de öyleydi. Tüyleri bembeyaz, boynuzları yaldızlı, ayak tırnakları siyah vernikliydi, sahiplerinin arkasından cins bir at gibi vakarla, gururla yürürlerdi.

***

Horoz dövüşü, daha salgın bir haldeydi. İptilâ halini almıştı adeta… O yıllarda bu işin hayli meraklıları vardı. Bunlar, horozları elleriyle seçerler, beslerler, canları gibi sevip üstüne titrerler, bir asker, bir subay gibi savaşa hazırlayıp yetiştirirlerdi.

Meraklıların arasında içtimai mevkileri yüksek olanlar, paşalar, miras yediler, zenginler, molla beyler vardı ama, külhanlar, bıçkınlıktan yetişmeler, kaçak tütün satanlar, kuşbazlar, sandık önünde “Ayttt var mı bize yan bakan?” diye nağra atanlar, yaz mevsiminde mahallede karpuz sergisi açan, kış aylarında omuzda sırık yoğurt satan omuzdaşlar, saçları bıyıkları ağardığı halde hâlâ afi kesmekten bıkmamış kimselerle bir zamanların kabadayılık ve hovardalık âlemlerinin namlıları daha kabarık bir yekûn teşkil ediyordu.

Dövüş yerleri hiç değişmezdi daima şu yerlerde olurdu: Kale bedenlerin dışında Kavasın Bağı, Ok meydanının ilerisinde Havuzbaş Bahçesi, Aksarayda Muratpaşa camiinin avlusundaki meydan kahvesinin önü, Kasımpaşa’da kulaksız mezarlığının yamacındaki kır kahvesinin Halice bakan köşesi, Şehremini’nde hastane çayırı, Üsküdar’da çarşı boyunda Kaptanpaşa’ya çıkacak yokuşta Sadaret mektubu kalemi hülefasından Neyyir beyin evinin yanındaki horozcu kahvesinin arkasındaki bahçe, Lâleli’de Aksaraylı terlikçi Rahminin barbut oynattığı kahvenin arka bahçesi, Kabasakalda Tüysüz Ömer’in kahvesi, Ahırkapı’da Lâz Haydar’ın çardaklı kahvesi, Silivrikapı’da mezarcılar kahvesi; Küçük Mustafapaşa’da pehlivanların kahvesine bitişik arsa.

Dövüşler şeker ve kurban bayramlarında, sair zamanlar Cuma günleri yapılırdı.

Horozun halis Hint, boynu gergin, gagası iri, kafası dik, kalçaları etli, bacakları uzun pençeleri geniş, kuyruk tüyleri seyrek, tırnakları taşkın olması şarttı. Üstelik tırnaklarını törpülerler, sipsivri bir şekil verirlerdi.

Bunların isimleri de vardı: Yedi belâ, Ali kıran, Rüstem, Haydar, Arslan, Tosun, Şahin, Kabadayı, Korkmaz, Zülfikar, Acar.

Dövüş yerinin dört yanı meraklılarla tıklım tıklım dolardı. Kahve sahibinin yüzü güler, çıraklar kahve, çay, gazoz, nargile ve lokum yetiştiremezlerdi.

Seyirciler halka olur, hayvanları daha evvelden tetkik ettikleri için, tıpkı at yarışlarında olduğu gibi gösterişlerine, duruşlarına, eşişmelerine göre tahminlere koyularak, güvendikleri horozları tutarlar, paralı bahislere girerlerdi.

Horozları ortaya salmak zamanı gelince, sahipleri hayvanları öpüp, okşayıp, sanki bir insana söyler gibi şu sözleri söylerlerdi:

—“Sakın zıfaslayım deme. Rabbena hakkı için boynunu koparırım”

—“Göreyim seni. Koltuklarımı kabart, mosturamı bozma!”

Horozlar meydana çıkar çıkmaz hemen birbirlerine yanaşmazlar, saldırmazlar, meydanı yadırgarlardı; ikisi de çekingen bir tavırla birbirlerini süzerlerken, sahiplerinin teşvik sesleri duyulur:

—“Bin tepesine çocuğum!”

—“Haydi Alikıran, kır, ez!”

—“Haydar; göster kendini Zülfikar’ına dayan!”

Horozlar, birbirlerine sert sert, hatta fiyakalı, fiyakalı baktıktan sonra burun buruna gaga ölçmeğe başlarlardı.

İlk hamleler, pehlivanların kuvvet denemeleri, el ense çekmeleri gibi geçer, derken ikisi de yanpiri yanpiri çekilip dönüşler yaparlar ve bir an içinde birbirlerine girişiverirler; sıçrayıp sıçrayıp dövüşmeğe başlarlardı. O zaman tüyler uçar, toz toprak havalara kalkardı.

Kuvvetçe üstün gelen, hasmın gagasını ibiğine sıkıştırır, silkim silkim silkmeğe baslardı, öteki kan revan içinde, ha düştü, ha yıkılacak bir halde, sendeleyip dururken, öteki bir daha saldırıp mahmuzunu düşmanının gözlerine savurarak zavallıyı yere yuvarlardı. Hayvancağız, “Pes” der gibi melül, mahzun bakarken, dövüşü kazanan horoz kanatlarını çırpa çırpa ve mağrur bir eda ile öterdi.

O zaman bir alkış tufanı başlar, “Maşallah!”, “Yaşa!” sesleri yükselirdi. Mağlûp horozun tarafını tutanların tarafından da küfürler, kâfirler, lânet sesleri duyulur, iki taraf arasında ağız dalaşları olurdu.

Ağız dalaşları çoğu defa kızışır, kavga çıkar, iki taraf birbirlerine girerler koltuk altından (Karakulak) ları (Saldırma) ları çekerek birbirlerinin neresine rastlarsa şaplarlardı.

***

Eh oldu olacak, biraz da horoz dövüşünün tarihinden bahsedeyim:

İnsanlarda horoz dövüştürme merakı tarihin kaydettiği ilk çağlardan beri vardı. Atmalılar, Ispartalılar, sonra Romalılar ve Bizanslılar da buna çok düşkündü. Orta Asyalılar arasında da meraklılar çoktu.

Halk meydanlarda birikip horozları karşılaştırırlar, iki taraf olup müşterek bahse tutuşurlar, dövüş kumar halini alırdı.

Milâdın 79 uncu yılında Vezuv lâvlarına gömülen Pompei’den Napoli’ye getirilen mozaiklerde, Çanakkale Boğazı yakınındaki Troie şehrinin havalisinde bulunan madalyalarla kazılmış levhalarda, bilhassa boyalı vazolarda horoz dövüşlerinin resimlerine ve yazılarına rastlanmıştır.

Sonraki devirlerde bir takım ressam ve heykel tıraşlar horoz dövüşlerini gösteren pek canlı tablolar ve heykeller yapmışlardır. Bunlar, Madrid, Berlin, Cenova ve Louvre müzelerindedir.

Bu eserlerin en meşhuru 1824 – 1904 yılları arasında yaşayan Seron isminde bir Fransız ressamıdır. Cami içi, Türk kasabı, Esir pazarı gibi bizim eski hayatımıza ait güzel eserler de yapmıştır ve en meşhuru horoz dövüşü adlı tablosudur.

Bu tabloda çıplak ve kara saçlı bir delikanlı iki horozu dövüştürüyor. Horozların biri ayaklarının üstünde sıçramış, başı ve kuyruğu bir hilâlin ucunu andıracak şekilde kıvrılarak hasmının üstüne saldırıyor: gagası onun kafasına vurulacak bir bıçak gibidir.

Öteki altta dövüşüyor. Esmer ve çıplak adam ikinci horozu sırtından tutuyor. Belki kaçmasın diye. Tüyler öyle kabarmış, gözler öyle parlamış ki insana dehşet veriyor. Adam gayet sakindir, kavgayı dikkatle idare ediyor. Fakat karşıda, bir sedire uzanmış güzel ve yarı çıplak kadında iki zıt his aynı zamanda okunuyor; hem ürküyor, hem de tatlı bir merak duyuyor.

Horozumu uçurdular.

Damdan dama kaçırdılar

Suyuna çorba pişirdiler,

Haniya da benim çil horozum

Gugurik gurik çil horozum.

Bakmadan Geçme