DÜNDEN BU GÜNE AKLIMIZDA KALANLAR (1)

Ümit Kayaçelebi yazdı...

Hayat bazen su gibi akıp giderken, bazen rüzgar olup eserken, sel alıp alıp götürürken, ateş olup yakarken biz bazen ah vah edip dünden bugüne elimizde kalan ne diye kendi kendimize sorduğumuzda, bakıyoruz ki elimizde kalan hiçbir şey yok. Sadece yaşanmışlıklar ve az çok hatırladıklarımız.

İnsan belirli bir yaşa gelince hep kulağında küpe gibi asılı duran bir söz var: “Ne bu günü yaşıyorum, ne yarını düşlüyorum ben hep dünü yaşıyorum”. Tam biz yaştakiler için biçilmiş kaftan misali gibi bir söz.

FIN ET!

Valla bu İngilizce veya Fransızca bir kelime değil. Eski Van’da kullanılan bir kelime. Bizler çocuktuk her zaman sokaklarda kir pas içinde oynarken çoğu zamanda burnumuzdan sümüklerimiz akardı. Mendilimiz de yoktu ki silelim. Ğırniğimiz ağtığı zaman ağzımıza değecekken canım anam yetişirdi hemen elindeki mendille Fın et yavrum fın et derdi. Yani Ğırnığini (sümüğünü) yukarı da çekme ineni de mendile bırak. Tercümesi şu ki; Biz sümkürmeyi bilmedik burnumuzu boşaltmaya da fın etmek denirdi bilmem anlatabildim mi?

ÇORABIMI GADAŞTIR

Elhamdülillah şimdi çoraptan çok bir şey yok. Her paraya göre çorap var. Ama menim şehrim gış olduğu için umumiyetle analarımız nenelerimiz ez cümle hane içindeki tüm kadınlar her zaman ellerinde şişlerle harıl harıl yün çorap örerlerdi. Zira kış memleketi üşümeyelim ayağımız sıcak olsun diye her zaman bol bol çorap örülürdü. Beyazın üzerine bazen çorabın burnuna yanlarına kendilerine göre başka renklerden motifler bırakılırdı.  Çünkü çorap vazgeçilmez bir şeydi. O yüzden çorap örmeye evlerde ayrı bir önem verilirdi.

Lakin çorap giy çıkar derken bir zaman sonra incelir  orasından burasından delinirdi. Şimdikiler  çorap delin dimi hemen çöpe atıyorlar. O zaman atmak diye bir şey yoktu. Çorap özellikle taban tarafından delinirdi. Benim veya bir başkasının çorabı delinende hemen anamıza koşar ana çorabım delindi derdik. Anamız da bize dönüp;

-He yavrum ver GADAŞTIRIM derdi. Gadaştırmağ şu; o delinen yeri yine yün ipiyle örer ve çorap yenilenirdi. Şimdi artığ gadaştırmağ yok. Çöp de çoraptan çoğ ne var ki. İşleri yoğ da çorap gadaştıracağlar! O eski kadınlara mahsus idi.

SIRTIMIZDA GAZETENİN İŞİ NE!

Bura gış memleketi. Gışlar gayet uzun sürerdi. Türlü türlü hastalıklar vardı. Ama tabi kışlar kışlığını yapardı hem de çok fazlasıyla. Bizim ayağımızda bot sırtımızda palto manto da yoktu çoğumuzda.  Hazır külah, eldiven, çorap yoktu. Anamız ayağımıza yün çorabı tağar, elimize elleriyle ördüğü eldivenleri takar ve başımıza o zaman çok makbule geçen tiftik başlık takardı. Ele bi başlıkdı ki çoğ sıcak tutardı. İnanın ben Atatürk ilkokula 5 yıl gidip gelirken bi paltom olmadı. Fakirlik meselsi de  değildi ama ayağımızda bazen cızlavetle bile okula gittiğim günleri hatırlarım.

Haliyle çok üşütür hastalanırdık. Hasta oldun mu kerim efendi gelir bi kaç gün penisin iğnesi yapar hastalığı atlatırdığ. Daha antibiyotik denen şey lügatımızda yoktu. Hava çoğ soğuk olan da anamız bizim fanilamızın altına gazeteyi olduğu gibi sırtımıza bırakır ve biz o günü öyle geçirirdik.

Hiç unutmam yine bir gün anam sırtıma gazete bırakmış ben de okulda sınıfta iken ben teprendikçe gazete hışırdıyordu. Bu Allah selametlik versin Mahmure Uzel öğretmenin farkına vardı. Bana nedir bu ses deyince kalk ayağa dedi. Ayağa kalkınca gazete yine hışırdadı. Bu ne deyince öğretmenim gazete annem sırtım üşümesin hasta olmayayım deyince öğretmenim gülümsedi ve yerime oturdum.

Şimdi zırh gibi ayakkabılar, mantolar, paltolar, kazaklar beslenmeler o biçim. Ne sırtı üşür ne de sırtına annesi ablası gazete koyar.

LEBLEBİ TOZU

Şimdi balalar için her türlü nimetler ziyadesiyle var. Ambalajlı mahsul tek sakızlar dı o zamanlar. Bisküvüt tane ile lokum tane ile şeker (akide şekeri) taneyle velhasıl kelam her şey tek satılıyordu. Çok harçlığımız hiç olmadı verilen 2.5 kuruş 5 kuruş 10 kuruş 25 kuruşla idare edip gidiyorduk. Çoğu zaman bol olsun diye kırık leblebi alır ve cebimiz balon gibi şişerdi. Ye babam ye. Ne biter ne tükenir. O bizi mutlu eder di

Çok zaman okul dağılır eve dönerdik bizim küçük cami sokağında Mardinli altın dişi Refik Akbaş tan param kadar leblebi alırdım.  Rahmetlinin bi kaç tane altın dişi vardı ve gülümserken altın dişleri sayılırdı. Allah rahmet etsin mekanı cennet olsun.Eve gelende leblebiyi havanda iyicene döğer sonra içine azıcığ toz şeker atar ve sonra çay kaşığıyla bele sindire sindire kemali afiyetle yer ve inanın çok haz alırdım..

CIZLIĞ

Evvel zaman zaman içinde biz bele kasaptan, manavdan, bakkaldan kaçmazdık. Çünkü boğazımızdan asla kesmezdik. Lüks yoktu israf yoktu marka derdimiz yoktu. Can boğazdan gelir deyip gönlümüzden geçen her şeyi arar bulur ve alırdık.

İşte o zamanlar bila istisna hemen hemen herkes kurban bayramında kurban kesmekten kimse geri kalmazdı.

Ve de hali vakti yerinde olanlar güz aylarında kavurma yaparlardı. O neneler analar  bacılar şalvarlarını giyer kavurma kazanının başında bi yandan kavurmayı takip ederken bi yandan da kaynayan semaverden gırtlamaları götürürlerdi. Biz yalvar yakar olsak da bi tike et vermezlerdi. Çünkü bereketi kaçar derlerdi bize. O yüzden en sonunda iş kuyruk yağını kavurmaya gelince o zaman alın derlerdi size yeyin cızlığı. Lavaş ekmeyin arasında ne de hoş giderdi heç sormayın tadı damağımda kalmış. İşte bizde o kavrulan kuyruk yağına cızlığ derdığ. Hatta bi mehleli arkadaşımız da her halde çok cızlığ severdi ki adı cızlığ falankese çıkmıştı.

İşte bele cızlığta unutuldu gitti.

Bu mevzu burada elebett ki bitmez…

Bakmadan Geçme