Bizim Topraklar

Faik Kumru yazdı...

Bizim topraklar ki kadim insanlık binasının taşı, tuğlası, harcı; rengi, deseni, motifi, nakışı ve bütün bileşenleriyle insanlığın haritası. Milyon seneler evvelinden başlayan beşer serüveninin uygarlık eşiği ve insanlık beşiği olması hasebiyle, muhteşem bir malikanedir bu ülke. Her kavimden insanın uğrak yeri. Bir çoğunun da öz be öz memleketi.

Güzel insanların lebalep olduğu medeniyet merdiveni. Masmavi gökyüzünün çepeçevre kucakladığı yemyeşil bir coğrafya. Her milletten insanın tazim dolu sözleriyle mübarek bir ziyaretgah. Keza zalimlerin, tiranların ve zorbaların da rüyasını süsleyen bereketli topraklar.

Her mevsimin içesiye, doyasıya yaşandığı bir cennet bahçesi. Her çiçekten numunenin boy verdiği, hayata merhaba dediği mümbit arazi. Ağlayana kucak açan, mağdur ve mazlumu sinesinde besleyen şefkatli bir valide; çile dergahının muallimesi.

Yavrulara göz kulak olan maharetli bir daye. Efendisine ihanet etmeyen bir halayık. Talebeye karşı hassas bir muallim ve gün görmüş bir koca lala. Üniversite ayarında devasa bir mektep. Sıralarında edeple oturan ve derslerini dikkatle dinleyen talebenin kutlu ikametgahı.

İsteyene sonuna kadar sofrasını açan bahtiyar bir ana. Korkudan sararıp solmuş, ürkmüş ve sinmiş her cana barınak, korunaklı harika bir ev. Salkım saçak söğütlerinin altında herkese ikramda bulunan gönlü zengin bir ev sahibi. Gönüllere taht kurmuş bir ahu dilber.

Her misafire kalbin kapılarını açan kutlu hane. Sahillerinde gönül eğleyen, her gönül erbabına arınma kurnası. Dağlarında binbir çeşit nimet saklayan gizli bir sandık. Tarlalarında her mahsulü ikram eden diğerkam bir el. Vermeyi öncelik bilen, almayı da ihtiyacı nispetinde bilen bir gönül eri. Doyurduğu vakit, gözü de doyuran bir konak.

Bu muhteşem zenginlikteki güzel memlekette her renkten çiçek yetişirdi. Gonca güller açardı. Rengarenk bahçeleri vardı. Bağında bostanında her çeşit meyve ve sebzesi vardı. Bu kadim ülkenin güzel rüyaları, o hülyalı düşlerde uçuşan gök kanatlı kuşları vardı. Aşiyanlarında, kuş yuvalarında bülbül sesleri eksil olmuyor ve her yerden duyuluyordu.

Bu güzide, seçilmiş memleketin dağında, ormanında, obasında, ovasında velhasıl her mekanında yanık sinelerin buğulu sesleri yankılanırdı. Her yöresinde aşk şarkıları ve sevda türküleri tüllenip dururdu. Şimdi ise acılı ağıtlar yükselmektedir, sıvasız evlerden, kiremitsiz damlardan. Sel gibi akan gözyaşları insanın içinde birikmektedir.

Her hanesinde huzur tüten bacaları vardı. Pencerelerini gece gündüz namahreme açmayan bir kutlu konak. Kapılarındaki süslü işaret tokmakları, her kim gelmiş ise geleni bile ayırıyordu. Tavanı maharetli eller tarafından nakışlı işlemelerle süslenmiş ebemkuşağı gök kapısı.

Masmavi gökyüzü karardı, her yeri koyu bir sis perdesi sardı. Göz gözü görmüyor. Bütün mekanları gri bir ton sarmış ki iç karartıcı bir manzara. Özgürlük semasının dili dudağı kurudu. Her zürriyetsiz zalim bir çiçeğini koparıp gitti. Bağı da bahçesi de harabe artık.

Şimdi bu hengame, şamata, patırtı ve gürültüde her yürek dayanılmaz bir acı içinde kıvranıp duruyor. Her karış toprağında nice güzellik bulunan, nice güzelliğe bekçilik eden ve yüreği ısındıran bir iklime sahip bu müstesna memleket, seçkin vatan, ehil ellerden yardım bekliyor.

“Gün ola, harman ola” diye beklemek düşüyor her içi yanana. Herkes ecel tırpanıyla biçildiği vakit, kimi mahsulünü alıp gidecek kimi de saman yığını halini alacak ve çürüyüp gidecek. Kimi güzellikle kimi de nefret ile yad edilecektir.

“Zayıfların ayağıyla yürüyün” Nebevi ilkesine münasip, hakikat ve dil ehli insan olmak temennisiyle.

Bakmadan Geçme