Başka insanların ağırlığı

Şahbettin Uluat yazdı...

Bir ev partisindeyiz. Herkes yiyip içip,  dans ve sohbet edip eğleniyor.

Partiye gelenler ellerinde tatlılarıyla geliyorlar ya da evin bir köşesindeki tatlıcıdan satın alıp hazırlıyorlar.  

Biz öyle yapıyoruz, iyi tatlılardan güzel bir paket yaptırıp gitmeden önce parti sahiplerine vermek üzere masanın üzerine bırakıyoruz.

Her şey çok güzel, biz de çok eğleniyoruz.

Partinin sonunda herkes sırasıyla tatlısını verip vedalaşıp ayrılıyor.  En sona kalan biziz.

Dönüp kendi tatlımıza bakıyoruz ki masada yok!

Yok, bizim özenle yaptırdığımız tatlı yok!

Önce biz şaşırıyoruz, sonra da tatlıları toplayan görevli şaşırıyor. 

Sağa sola, tatlının konabileceği, götürülebileceği her yere bakıyoruz, yok!

“İnanın biz hazırlamıştık, hemde güzel bir şey hazırlamıştık” diyoruz.

Karşımızdaki adam biraz şüpheli bir tavırla bakıyor yüzümüze.

Biz sağa sola atak yapıp bulmaya çalışırken o daha belirgin bir şekilde “ben kaçın kurasıyım, yer miyim?” pozlarına giriyor.

En sonunda da artık tatlı hiç bir yerden çıkmayınca başını önüne eğip yüzümüze bakmadan alçak sesle, mırıltı şeklinde “sorun değil, olur böyle şeyler, aldırmayın!” diyor.

Bu da bir başka şekilde inanmadım pozu, fark ediyoruz.

O gerginliğin etkisi altında gözlerimi açıyorum ki yataktayım. Ne öyle bir parti var, ne de bir tatlı olayı.

Kötü bir rüya görmüşüm hepsi bu.

Derin bir nefes alıyorum.

*

Görmüş olduğum bu rüya nedense bir anımı çağrıştırıyor.

 Beni kırk yıl öncesine götürüyor.

Yedek subay adayı olarak İstanbul, Tuzla Piyade Okulundayız.

Eğitimlerin yarısını bitirmişiz. Atlamalar, sıçramalar, tam teçhizatlı 5 kilometre koşular bitmiş. Neredeyse son günlerimiz.

Eğitimlerden sıkılan bazı arkadaşlar zaman zaman bölük sorumlusuna adlarını yazdırıp doktora gidiyorlar, biliyorum.  Ben kendimi iyi hissediyorum ve buna gerek duymuyorum.

Gencim, yürümek, koşmak bağıra çağıra marş söylemek hoşuma da gidiyor. Çoğu zaman da nefesim açılsın diye ötekilerden daha hızlı bağırıyorum.

Kimi sabahlar komutan beni çıkartıp söylettiği “Edremit Van’a bakar” türküsü ile birliği koşturuyor, bundan keyif de alıyorum.

Ne var ki, günün birinde ben de rahatsızlanıyorum. 

Dizlerimdeki bağların birinde bir sorun ortaya çıkıyor. Acı verdiği için üzerine basmakta güçlük çekiyorum ve sabah ilk iş olarak da durumumu ilgili arkadaşa bildirip revir sırasına yazdırıyorum.

Sabah toplanmasında o gün için farklı bir eğitim göreceğimiz, 32 kilometrelik bir yürüyüşe gideceğimiz açıklanıyor.

Emire göre tam teçhizatlı gidilecek yürüyüş esnasında her on kişilik mangada bir tane olan 11,5 kg ağırlığındaki silah da manga erleri tarafından nöbetleşe taşınacak.

Bu haber üzerine bir anda revire, doktora başvuran kişi sayısı artıyor.

Sayı artınca da yeni bir emir geliyor.

“Bugün revir yok, kaytarma yok. Revir iptal! Herkes yürüyüşe katılacak!”

Bir yerlere ulaşmaya, sıkıntımı ifade etmeye çalışıyorum ama nafile. Emir kesin.

Revir yoluyla kaytarmayı huy edinmiş arkadaşlar yüzünden 32 kilometrelik yürüyüşe sakatlanmış dizimle katılmak durumunda kalıyorum.

Üstelik birkaç bölüğün katılmış olduğu kalabalık yürüyüş boyunca diğer manga erleri ön ya da arka tarafta benden uzak durduklarından, ağır silahı da yolun büyük bir bölümünde ben taşıyorum.

Araya hafta sonu giriyor ve bir süre sonra da eğitimlerimiz bitiyor, dağılıyoruz.

Dizimdeki rahatsızlık zorlamadığım zamanlar hafiflese de tam olarak geçmiyor.

 Askerliğimin bitmesinin ardından da yıllar içinde zaman zaman ve özellikle soğuk değdiğinde sıkıntı veriyor.

*

Rüyada ya da gerçek yaşamda, fark etmiyor, her insan yaşıyor.

Gün geliyor, başkalarının yanlışlarının ağırlıkları şu ya da bu şekilde ve çok farklı biçimlerde insanın omuzlarına düşüyor.

Düşüyor ve düşündürüyor.

Düşüyor ve yazdırıyor.

 

Bakmadan Geçme